Sanatın Öyküsü

” ‘’ diye bir şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar vardır.”

Böyle başlar Gombrich Amca ünlü “Sanatın Öyküsü” (1) kitabına. Aslında “dede” desek daha doğru. Tüm boyunca süren mütevazı, ama bir o kadar da yoğun olduğunu hissettiren samimi üslup, yazara “dede” dememizi haklı çıkarıyor. Başlangıç cümlesindeki gibi “kesin yargı” barındıran cümleler hemen hemen hiç yok 688 sayfada ya da okuyucu hissetmiyor. Eserin en büyük özelliği 1950’de basılmış olmasına rağmen, 1997’ye değin güncellenmiş olması ve neredeyse bir asır boyunca yenilenmesi ki bu asır modernizmden post-modernizme geçişi barındırır ve öyle bir asırdır ki “değişim” ana temadır. Sanat artık “dezenformasyon”un dibine varıldığı bir ortamın eşiğinde, eleştirinin korkaklık derecesine yükseldiği garip bir dönemde vuku bulmaya başlar son yüzyılda. Bir yandan eski sevgilim gibi, Picasso’nun ideal çizmeyi başaramadığından ötürü kübist saçmalıklara soyunduğunu düşünen sözde sanatbilenler ile her gördüğü saçmalığı “Sanat” diye damgalayan sanatbilmişlerin; diğer yandan sanatı hala ideolojik formlardan ayıramayan antika eleştirmenler ile “bana hoş gelen her şey benim için sanattır” söylemlerinde dolaşan popüler kültürden sıyrılamamış kitlenin sardığı bir çağda, kapitalist bir ilişki içerisinde var olmaya çalışan sanatı, tüm eksenlerden koparıp sanatçının kendisine yönelmemize çabalar Gombrich dedemiz. Amacı bizi büyük bir sanat bilgini yapmak değil, sanattan daha çok zevk almamızı sağlamaktır. Mona Lisa’yı popülerliğinden dolayı değil, barındırdığı dehayı görerek sevmemizi ister. İlkel kabilelerin bize bıraktığı tahta oymaların komplike olmadıkları için üstünlüklerini kaybetmeyeceklerini, tam tersine birçok yönden kimi ürününe kafa tutabileceklerini görmemizdir dileği. Bir binaya baktığımızda “” veya “” olduğunu tahmin etmeye çalışarak sanat züppeliğine düşmemizi engelleyip, o binanın kendisindeki ayrıntıları fark etmemizi sağlar. Gombrich tüm bu yönleriyle “bilgelikle” dolu bir beyinden, basit cümlelerle bilgeliğini paylaşan ve “büyük S ile başlayan sanatı” değil de “sanatçıların günümüze taşıdığı sanatı” ayaklarımıza getiren belkide en nadide sanat tarihçisidir. Ölene kadar da bu özelliğini sürdürür.

Ben bu kitabı Yunanlıların “idealleştirme” tutkularını geviş getirircesine dile getiren yazılara güvenmezliğimden ötürü okumaya başladım. Tabii anlayamadığım “sanatçılar arasında kurulan üstünlük” meselesi de vardı. Kendi kendime sorduğum sorular şunlardı: Hiç kimse çağını aşamıyorsa ve her çağ bir öncekinin üzerinde diyalektik ve nedensellik bağlamlarıyla filizleniyorsa, bu “idealleştirme” felsefesi de nerden geldi? Bir ikinci sorum ise neyin örneğin Da Vinci’yi, benim kapı komşum yusuftan üstün kıldığıydı? Bu sorular size çok gereksiz ve hatta aptalca gelebilir, ama şunu söyleyebilirim ki Gombrich’den önce bu sorulara akla yakın bir açıklama getirebilen bir kitap görmedim. Diyebilirsiniz ki “işin gücün yok mu kardeşim, kafayı buna mı taktın?” Valla öyle.. Bir ara işim gücüm yoktu ve kafayı işim gücüm olmamasına değil, buna taktıydım.

Öncelikle belirtmek gerek, kitabın daha başlarında sanatın hiçbir dönemde doğayı birebir resmetmek olmadığını kavramaya başlıyor okuyucu. Eski Yunanlı sanatçıların dahi derdi, doğayı birebir yansıtmak değil, günün koşullarına göre oluşan “ifade etme” ihtiyacını karşılamakmış. Bu ifade ediş tarzını, , süreklilik içerisinde geliştiriyor ve günün beğenisine göre üretiyor. Günün beğenisini karşılayamayan “eser ya gelecek nesile kalmıyor, kalsa da ancak gelecek nesiller tarafından “sanat” diye ilan ediliyor. Diğer yandan sanatın üretimini sürdürdüğü yerin refahı arttıkça, eserler de o oranla şatafatlaşıyor, süsleniyor. En basit örnek olarak arkaik dönem Yunan ile klasik sonrası Yunan eserleri arasındaki “işlemecilikteki ayrıntıların” artışı verilebilir (bkz. Resim 1 ve 2).

Resim 1. Yunan Arkaik - Resim 2. Yunan Klasik

Aynı ilişki gotik öncesi kiliseler ile gotik dönemi katedraller ve barok dönemler arasında da kurulabilir. Burdaki mesele Sanat Eserini ayrıntılardaki fazlalıklar ile değerlendirmeyip, günün içerisinde saklı ifadeleri ne kadar iyi yansıttığına bakmaktır. Yukarıdaki örnekte, biriniz arkaik dönem kirişini seversiniz, diğeriniz klasik dönem işçiliğini. Önemli olan hem arkaikteki sadeliğin güzelliğini algılamanız, hem de klasikteki işçiliğin içinde kaybolabilmeniz. Birini diğerinden (kişisel olarak üstün tutmaktan bahsetmiyorum) üstün tutmadan her ikisindeki sanattan da zevk alabilmeniz.

Sayfalar ilerledikçe sanatsal faaliyetteki teknik gelişmeyi de fark ediyor ve bu gelişimin toplumun isteklerine göre olduğunu anlıyorsunuz. Kimimiz Mısırlı sanatçıların “perspektif” bilmediğini ve hatta birçok nesneyi göründükleri gibi çizemediklerini farz ederiz. Halbuki eski Mısır’da neyin ne şekilde çizileceği katı kurallara bağlanmış, bu nedenle sanatçı kendinden istenileni en iyi şekilde denilen gibi yapmak zorundaymış. Mahareti bu kuralları en iyi şekilde uygulamanın yanında işin içine üslubunu katması ve ancak sanatçının verebileceği ahengi esere katmakta yatıyor. Nasıl ki Rönesansta sanatçıya belirli konular veriliyorsa (aynen ilkokuldaki resim derslerinde bize verilen konular gibi), Mısır’da da belirli kurallar veriliyordu. Bu nedenle baş yan iken, gözler önden çizilir, beden önden görünürken bacaklar ve ayaklar yandan verilir vs.

Bu ve buna benzer birçok örnekle beraber Sanatın Öyküsü devam eder günümüze dek. Çok iyi seçilmiş görsel materyal de öğrenme serüvenimize yardım eder. Kitap bittiğinde, kitaptaki hiçbir ayrıntıyı hatırlayamadığınız için endişelenmeyin. Mühim olan size bıraktıkları olacaktır. Artık günlük gazetenizi okurken fotoğrafların yerleştirilmesinde kompozisyon arıyor, renklerindeki uyumsuzluğu fark ediyor, odanızı dahi bir olarak düşünüyor olacaksınız. Çünkü sanat tarihinin iktidar söylemleri ile bu söylemlerin altında ezilen sanatçının bulduğu en ufak özgürlükten çıkardığı harikalara şahit olmuş olacaksınız. Picasso’yu belki daha iyi anlayacak, Van Gogh’u daha bir seveceksiniz. Sevmediğiniz (ve aslında anlamadığınız) sanatçılara saygı duymayı öğrenecek ve sanatın sadece sergi ve müzelerde olmadığını, günlük yaşayışımızın her alanında bulunduğunu tam anlamıyla idrak etmiş bulunacaksınız. Her şeyden öte bu kitap bittiğinde karşınızdaki insana, hayvana, eşyaya daha dikkatli bakacaksınız ve belkide yaşama aşık olacaksınız.

Cümlelerimin sonuna gelirken, yazıyı baştan okudum da bu kitabı bana okutturan soruların cevaplarını yazmamışım. Oysaki yazının o cevaplar üzerine kurulacağını hesaplamıştım. Ne diyelim? Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Kitabı okuyup kendi sorularınızın cevaplarını bulmak da size kalıyor.

Yazan:

(1) Gombrich, E. H. Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi: İstanbul, 1999