Stephenie Meyer Dalgası ve Kültürel Değer Birikimi: “Twilight”, “The Twilight Saga: New Moon” ve Ataerkil Yansımalar
Popüler kültür ürünü ne demek? Daha doğrusu kültürel bir ürün nasıl popüler olur? Bu soruya çok cevap verilebilir, ama benim cevabım daha çok toplumsal miras ile ilintili. Bence herhangi bir kitap, film, tablo vs. popüler oluyorsa, bu o “şeyin” içerisinde, popüler olduğu çevrenin kültürel ve sembolik birikiminden epey fazla şey ihtiva ettiğini gösterir. Peki ürün kendi başına ne ihtiva eder? Ürünün içerisi ve dışarısı nedir?
Derrida “içerisi” ve “dışarısı” (inside/outside) kavramlarını incelerken, bu kavramlara yeni boyutlar getirir. Ona göre çoğu zaman neyin içeride, neyin dışarıda olduğunu rahatlıkla söyleriz. Örneğin su bardağın içindedir ve bir de bardağın dışı vardır. Ama bu kolaylık özellikle sanatsal ürünlerde geçerli olmaz. Örneğin bir tablonun (diyelim ki Mona Lisa tablosu) içi çerçevesiyle sınırlıdır, dersek yanılgıya düşeriz. Mona Lisa tablosu en saygın müzenin en saygın yerlerinden birindedir. İnsanlar çok nadir bir şeye bakar gibi, onu ziyaret ederler. Tüm bu saygınlık da tablonun ihtiva ettiği bir şeydir. Bunun dışında o tablo Da Vinci’nin dehasını içerir. O tabloda “resim sanatının” o ana dek çözemediği bir teknik sorunun çözümü vardır ve bu haliyle tüm bir resim sanatını da içerir. (1) Diğer yandan tablodaki tüm o boya, bir kadın ve kadının bulunduğu toplumdan da bir şeyler içerir: giyiniş şekli, takılar, saç şekli, duruşlar vs. Tüm bunlar şunu söylememize olanak verir: Bir “sanat eseri” içinde, kendi maddiliğinden öte çok daha fazla şey içerir ve onun dışarısı demek maddesel sınırların dışında demek değildir. (2)
Bir Stephenie Meyer dalgası başlamıştı Türkiye’de. Sadece çeviri kitapları değil, orijinal dildeki kitapları da yok sattı. Korsanı da epey bir sattı. Sonrasında filmleri geldi bu kitapların. Gişer rekorları kırdı mı bilmiyorum, ama ne zaman İstiklal’den geçsem, o filmleri izlemek için gidenlerin doldurduğu sinema salonlarını gördüm. İnternetteki “canlı izle” sitelerinde en çok izlenen film olduğunu ise bahsedilen sitelerden biliyorum. Peki; bu kitaplar ve filmler nasıl bu kadar popüler olabildiler? Ve bu popülerliğin manası ne?
Öncelikle bir kadın ne ister diye soralım. Modern çağda bu karmaşık bir soru olur ve tek cevabı olamaz diye düşünülür. Ancak modern öncesi toplumlarda hakim olan belirli istekler vardı. Korunma, barınma, açlık, güdülerinin doyurulması, her insan için mühim şeyler. Ancak ataerkil toplumlar uzun süre kadına, bu güdülerin doyurulmasının ancak ve ancak bir erkek ile mümkün olabileceğini öğrettiler. Erkek de kadının istediğinin bu olduğunu belledi. Bu inanış çerçevesinde toplumsal cinsiyet rolleri oluştu, görevler dağıtıldı ve bu roller birer tabu oldular. Modernizm ile bu tabular sarsıldı. Çünkü görevler artık, kapitalizm sayesinde, rollere göre değil, bireysel becerilere ve kar üzerine belirlendi. Marxist bir bakış açısından söylersek, günlük yaşam biçemleri “insanın” fabrikada sömürülmesi üzerine kurgulanmaya başlandı. İlk zamanlar, eski toplumsal tabular korundu; ancak zamanla, kapitalizmin de baskısıyla ve feminist dalgayla, kadınlar da çalışmaya başladı. Toplumsal rollere göre değil, ekonomik rollere göre haklar alındı, verildi. Erkek ve kadına kurumlar eşit yaklaşmaya çalıştı. (Başardıklarını söylemiyorum, sadece kurgulanma aşamasından başlayarak, kurumların bu eşitliği sağlamaya çalıştıklarını söylüyorum.)
Peki, sonuç ne oldu? İnsanların “içerisindeki” zihniyet değişti mi? Kadın ne ister sorusunun cevabı bireylere göre farklılık mı arz ediyor, yoksa hala belirli bir çoğunluk eski güdülerin korunmasına mı bakıyor? Alacakaranlık filminin ve sonrasında Yeni Ay’ın bize başardığı popüleritesiyle bazı cevaplar sunacağına inanıyorum.
Ana karakter bir kız. Bir vampire aşık oluyor. Vampirimiz epey bir yakışıklı. Ama daha da önemlisi iyi giyimli, süslü arabalı ve iyi bir ailesi var. Kıza karşı oldukça korumacı. Bu korumacılık modern çağda epey bir komik duruyor. Çünkü kadının modern çağda bu şekilde korunmaya ihtiyacı yok. Bu nedenle zaten çocuk vampir ve yazarın büyülü dünyasında kız korunması gereken bir varlığa dönüşüyor. Ve bu korunma güdüsünün doyurulması, onu vampire bağlıyor. Halbuki kız vampirle tanışmasaydı, korunmaya ihtiyacı olmayacaktı. Onunla tanıştı ve korundu. Hayali bir tehlikeler dünyası, kızın korunma içgüdüsünü azdırıyor ve vampir çocuğumuz bu güdüyü doyuruyor. Kızın aşık olmaması için hiçbir sebep yok.
İkinci filmde (The Twilight Saga: New Moon, 2024) bu durum açıkça ortaya çıkıyor. Terk edilen kızcağızın en çok özlediği şey “korunuyor” olduğu hissi ve bu nedenle saçma sapan atraksiyonlara dalıyor ki tehlikeli durumlara girsin ve bu şekilde Edward’ı (vampir çocuk / esas oğlan) hissetsin. Bu durumda kurt çocuk ortaya çıkıp, kızı korumaya başlıyor ve kız ondan da hoşlanmaya başlıyor. Ama açık ki kız için öncelikli olan kurt çocuk değil, vampir oğlan. Bunun da sebebi ikinci filmin başında verilmiş. Ölümsüzlük. Esasında tüm güdülerimiz “hiçlikten” kaçmaya yöneliktir. Korunma, açlık duygusu, seks vs. Kadınlarda “hiç” olmaktan çıkmanın yolu olarak “güzellik” verilmiştir ataerkillik tarafından. Çünkü ancak güzel olduğunda güdülerini tatmin edecek oğlanı bulur (oğlan bulması gerektiği zaten öğretilmişti). Vampir de bu “ölümsüzlüğü” bahşedebilecek “beyaz atlı prens”.
Elbette tüm bu yorumlar batı epistemesi içerisinde geçerli olur. Çünkü doğu epistemesinde bu filmlerde bahsedilen aşk, gerçek aşk değildir. Çünkü kız esas oğlanın kendisine değil, esas oğlanın “güdüleri tatmin etme yeteneklerine”ne aşık olmuştur. Esas oğlanın istediği şeyler kız için anlamsızdır. Onu esas oğlana yönelten, esas oğlanın bireyselliği değil, güdülere cevap verme yetisidir.
Ve bu kitap çok sattı. Erkek kahraman genç kızların sevgilisi oldu. Çünkü şunu görüyoruz ki modernizm, feminizm, kapitalizm, değişen ekonomik döngü vs. hala kültürel ve sembolik birikimi değiştirememiş. Dilenen, istenen, özlenen şeyler hala aynı. Hatta bu dilenen şeyler anlamsız olsa dahi, kurgularla anlamlılaştırılıyor (korunmaya ihtiyaç yok, ama ihtiyaç varmış gibi düşlemek / hiçlikten kaçmanın yolu yok, ama varmış gibi göstermek).
Ataerkil düzen kapitalizmi doğursa da kapitalizm ataerkil düzen üzerine işle(ye)mez. Kurumlar, ekonomik döngü ve iktidar insanlara “unisex” davranır. (3) Ayrımın ortaya çıkması, fırsat kapılarının eşiğindeyken “bireylerin” kendi kültürel ve sembolik birikimlerine göre karar vermesidir. (4) Örneğin aynı kabiliyette iki insan bir fabrikaya başvuru yaptığında, bu iki insandan birinin veya ikisinin kadın olma ihtimali azdır; çünkü “kadının ve çevresinin” birikiminde “bir kadının fabrikada çalışması” yerine oturmaz. Diğer yandan başvuruyu değerlendirecek kişinin birikimi de bu yöndedir. Bu nedenle başvuran iki kişiden biri kadın olsa da, extrem başka bir veri yoksa, erkeğin işe alınacağını öngörebiliriz. Halbuki ne fabrikanın bürokratik belgelerinde, ne fabrikanın bulunduğu ekonomik döngüde, ne de devletin kanunlarında böyle bir ayrımı bulamayız (kimi zaman dilde erkeksi bir söylem olsa da formal belgelerin “kadını işe almayın” gibi bir söylemi yoktur). Ve bu yazılı olmayan birikimlerden ötürü de kızların çoğunluğu şu an “Edward”a aşıktır. Umarım ki bağlantıyı gösterebiliyorumdur.
Tüm bu nedenlerden ötürü, ayrımcılığı ortadan kaldırmanın tek yolu, yeni nesillerin imgelem inşalarında kilit taşı oynayan eğitim belgelerinin, sanat abidelerinin, edebi eserlerinin ayrımcılıktan uzak olması ve erkek-kadın ilişkisinin “unisex” bir tavra oturtulması olacaktır. Yeni nesil Alacakaranlık, Yeni Ay gibi eserlerle büyüdükçe, dünyada ayrımcılık devam edecektir.
Yazan: Emin Saydut
Notlar:
(1) Bu teknik sorun, resmi canlıymış gibi göstermektir. Da Vinci dudakları ve gözleri ten ile statik çizgilerle ayırmadığı için, gözümüz onları her an hareket edecekmiş gibi görür. Daha doğrusu gözümüz onları istediği gibi görür. Bir anlamda Da Vinci “görmeyi” görene bırakmıştır. Bunun için bkz. Gombrich, “Sanatın Öyküsü”, pp. 293-304
(2) Bu konu için en kısa yoldan bkz. Lucy, Niall, “Derrida Dictionary”
(3) Bkz. Ivan Illich, “Gender”, 1982
(4) Bunu söylerken Aydın Uğur’un derslerinden yararlandım. Ayrıca sembolik kapital ve kültürel kapital (ben hep birikim kelimesini kullandım) kavramları için bkz. Bourdieu, “love of art”, 1991