Yeşilçam Klasikleri: Umut (1970, Yılmaz Güney)

13 Mart 2024 Yazan:  
Kategori: Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema, Türk Sineması

“Kapitalist ile ücretli işçi arasındaki savaşımın tarihi, sermayenin kökenine kadar gider. Bütün manüfaktür dönemi boyunca bu çekişme, şiddetle devam edip gitmiştir. Ne var ki, ancak makinenin kullanılmaya başlamasıyla, işçi, sermayenin somutlaşmış şekli olan bu emek aracının kendisiyle savaşmaya başlamıştır. İşçilerin, makine ile sermayeyi birbirinden ayırt etmeleri ve saldırılarını maddi üretim araçlarına değil, bunların kullanılış tarzına yöneltmeyi öğrenmeleri için, hem zamana hem de deneyime gereksinmeleri vardı.” (Karl Marks)’

Adana Belediyesi’ne ait bir aracın yolları temizleme görüntüleriyle başlar film ve açılıştaki bu sahne ile kentin, kent yaşamını tehdit eden okuma-yazması olmayan, vasıfsız, sefil işçi ve köylülerden temizlenmesi politikası gösterilmektedir. ‘’Halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremiyor’’dan tutun da her daim gündeme getirilen ‘’İstanbul başta olmak üzere’’ büyük şehirlere girişte vize uygulanmasını isteyenleri ve hararetli savunucularını hatırlatmak isterim. Hatta filmin ilerleyen sahnelerinde zengin bir adamın Cabbar’a ‘’sana şehre gel diye ben mi dedim’’ diye çıkışması bu türden bir okuma yapmayı gerekli ve doğru kılmaktadır. Böyle bir vize uygulaması, devasa duvarların, demir parmaklıkların, ‘’dikkat köpek’’ levhalarının, özel güvenlik personeli ve güvenlik kameralarının ardına gizlense de hala korkulu rüyalar görmeye devam eden burjuva sınıfının, sömürdüğü, ezdiği, hor gördüğü insanlardan kaçma ve asla bir araya gelmeme çabalarının isimlendirilmesidir.

Şafakla birlikte sokak lambaları birer birer sönerken geceyi evinde değil de işinin, emeğinin peşinde dışarıda geçiren emekçi insanlar yeni günün hazırlıklarını yapmakta, biri yiyecek bir şeyler hazırlamaya, diğeri ateş yakmaya çalışırken bazıları da arabalarını temizlemektedir. Güneşin yüzünü göstermesiyle saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı kirli, elbisesi yamadan geçilmez bir vaziyette gözlerini açan Cabbar, yorgun bakışlarla bir şeyler yiyen insanlara bakar, seyyar yemek arabalarına göz gezdirir ve hüzünle bir sigara yakar. Yemek parası ya hiç yoktur ya da kendine ayıramayacak kadar azdır. Gazete okuyan arkadaşlarından birinin yanına yaklaşarak bir piyango bileti uzatır ve ‘’Şu bilete bir bakıver’’ der. Adamın hiçbir şey çıkmadığını söylemesiyle, ikramiye kazanacağına kendisini şartlandırmış olan ve olumsuz bir haber duymayı beklemeyen Cabbar, okuma yazma bilmediği halde biletini kontrol etmek için bir gazete satın alır.

Arabasının eski olmasından dolayı müşteri bulamayan ve eve eli boş dönen gırtlağına kadar borç içindeki Cabbar’ın, beş çocuğu, kendisi, karısı ve yaşlı anasından oluşan sekiz kişilik bir nüfusa bakmaya çalıştığını görürüz. Borcunu ödeyemediği ve besleyemediği ayakta durmaya mecali kalmamış atların bakımsızlıktan kadidi çıkmıştır. Bu yoksulluğun ortasında giyecek kıyafetleri, yiyecek yemekleri, oynayacak oyuncakları olmayan, mahalleli diğer çocuklar tarafından dövülen, horlanan, oyunlara alınmayan, okumak yerine çırak olarak çalışmak zorunda kalan çocukların dramı daha ağırdır. Bir de büyük kız bir dersten sınavını veremez ve sınıfta kalır.

Arabacılar belediyenin faytonları kaldıracağından hareketle ortak bir eylem düzenlerler. Cabbar, arkadaşlarının yanındadır ancak onların söyledikleriyle ilgilenmek, eyleme destek vermek ve onlarla omuz omuza olmak yerine hala piyango biletine bir şey çıkıp çıkmadığından yakınmaktadır. Arkadaşı, piyango işlerine çok merak saldığını söylemek istese de karşı koyar; ‘’Benimki merak değil, bir umut kapısı. Biraz para vurur da, borçtan kurtuluruz’’ der. Çareyi bireysel kurtuluşta aramaktadır. Herkes bir amaç için, dayanışma için bir araya gelmiş ve bir diğerinin hakkının korunmasının kendisinin de hakkının korunması anlamına geleceğini bilmektedir ancak Cabbar ve define peşinde koşan arkadaşı Hasan ise temiz kalpli insanlar olmasına karşın dayanışma bilinci gelişmemiş, cahil adamlardır.

Cabbar bir ara faytonunu sürerken yol boyunca banka reklâmları ve birbiri ardına sıralanmış lüks daireler görürüz. Yönetmen bunları görmemizi istemiştir. Paradan para kazanmanın eleştirisi de bir bankanın reklâm panosunun altına işeyen adam tarafından yapılmıştır zaten. Faytonu durdurup sigara almak için bir bakkala girdiğinde süratle gelen bir otomobil faytonuna çarpar ve atlardan birisini öldürür. Arabadan inen şoförün, karşı tarafla ilgilenmek yerine arabasının boyasına, çiziğine bakması ve olay yerine gelen istisnasız herkesin geçmiş olsun dileklerini şoföre sunmaları halen de süregelen Türk’ün otomobille imtihanı meselesine tutulan ışıktır kanaatindeyim. Çok değil 10-15 yıl öncesine kadar bir mahalleye giren otomobilin ardından koşan çocukları, araba sahibi ve şoför olmanın nasıl makbul sayıldığını hatta yeri gelmişken Tunç Okan’ın Sarı Mersedes filmini hatırlamak yerine olacaktır.

Bu şekilde sırtının sıvazlanmasından yüz bulan şoför ‘’Beğendin mi yaptığını’’ diyerek çıkışır ‘’arabayı mahvettin.’’ Pişkinliğe dayanamayan Cabbar, adamın boğazına sarılırsa da, çevredeki insanlar ve olay yerine gelen polis kavgayı ayırır. Otomobilin faytona çarpması ve atı öldürmesi, üretim araçlarındaki değişmeyi ve bu değişme esnasında da yeni üretim araçlarının sermayedarın eline geçişi anlamına gelmektedir. Kazancını sermaye birikimi için değil ‘’insanca yaşamak’’ için harcayan ve sermayesi olmayan işçinin otomobil alması zaten olanaksızdır. Böylece bir devir kapanmakta yeni bir devir başlamaktadır. Arabacıların pek çoğu yaşanan değimi seziyor olsa bile Cabbar her şeyden bihaberdir.

Bir sonraki sahne karakoldadır. Komiser ve araba sahibi karşılıklı oturmuş sigara içerlerken, bir polis tutanağı daktilo etmektedir. Cabbar ise bir köşede ayakta kala kalmıştır. İçi isyan dolu ancak çaresizdir, umutsuzdur, küçük görülür, horlanır, hakarete uğrar. Adam ve polisler, bir çocuğun getirdiği ayranı içerlerken Cabbar’a bir bardak ayranı çok görürler ve değil ikram teklif bile etmezler. Eşitsizlik, adaletsizlik ve onursuzluk duygularını bir bıçak gibi seyircinin kalbine saplayan çarpıcı ve zehir gibi acı bir sahnedir.

Şoför olayı kendini haklı çıkaracak tarzda anlatırken, karşılaştığı muamele ve eşitsizliğin farkına varamayan Cabbar itiraz etmek istese de komiser susturur. ‘’Sus’’, der ‘’biz arabacı milletini biliriz.’’ Ve komiserin emriyle yaka paça karakolun dışına atılır. Bu sahnenin hemen öncesinde Cabbar ile Hasan’ın yaptığı sohbeti hatırlarız hemen, evet parası olan güçlü adamdır. Üzerinde milyonlarca kişinin yaşadığı bir kıtanın nasıl olup da ‘’keşfedildiğini’’ sorgulamazsak, Amerika’yı keşfettiği iddia edilen Kristof Kolomb ‘’Altın sayesinde ruhları cennete bile göndermek mümkündür’’ derken büyük bir kehanette bulunmuştur. Altını yani parası olan kişi artık burjuva sınıfıdır. Manifesto’da ilan edilen ‘’Modern devletin yönetimi tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir’’ ilkesinden hareketle devlet ve devletin ideolojik aygıtı olan polis artık burjuvazinin yanındadır vurgusunu yapmaktadır. Sansür kurulu bu eleştirinin sertliğini anlayamasa da bir şeyler olduğunu sezmiş ve ‘’ zengin otomobil sahibi hakkında takibat yapılmayacağı düşüncesini yayması’’ fikrinden hareketle filmi yasaklamıştır.

Arada bir şaplak atsa da çocuklarını çok seven, tüm çaresizliğine karşın onlara bisiklet kiralamaları için para vermeye çalışan şefkatli bir babadır. Ancak karısının dayanacak gücü kalmamış, ‘’çocuklarının ölümünü dileyebilecek’’ kadar umutları yıkılmış, çaresizliğe saplanmıştır. ‘’Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin! Onları da sizi de biz rızıklandırıyoruz. (İsra, 31.ayet)’’ Halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede geçmesine karşın nerdeyse yaşlılığın alamet-i farikasından sayılan tespih, takke, başörtüsü gibi aksesuarlar ile define kazmadan önce abdest alıp namaz kılma gibi eylemler İslam’ın özü ve aslı olmak yerine zamanla toplumda kendine yer bulan davranış kalıplarıdır. Define peşindeki hoca figürü ile topluma umut vermesi gereken din adamının bireysel kurtuluş peşinde koşuyor olması da yönetmenin Marksist öğretiye gönülden bağlı olduğunu göstermektedir. Yine de yönetmen din konusunda sert bir tavır almak yerine, insanların gerçekten bir din adamı olup olmadığı belli olmayan bir kişinin peşinden gidişini eleştirmektedir.

Karısının ‘’Ben olsam atı arabayı satardım. Araba eski, kimse binmiyor. Zaten belediye de yakında kaldıracakmış’’ diyerek içgüdüsel bir tavırla değişimi sezmesine karşın Cabbar hala bir at alabilse her şeyi yoluna koyabileceği umuduyla eşyaları satmaya karar verir. Ancak ‘’Atı ölmüş bir arabacı borcunu ödeyemez arkadaşlar. Atı ölmüş bir arabacı kolu kesilmiş bir adama benzer. Şimdi Cabbar ne yapar, parası yok ki yeni bir at alsın’’ diyen esnaf araba ile öteki ata el koyarak satmayı ve parasını aralarında bölüşmeyi tasarlamaktadırlar. Veresiyeye izin verdiği için kendisine kızan bakkal ‘’Ben bu adamın nesini alabilirim ki’’ diye hayıflanırken, birisi kestirmeden ‘’kızını alırsın’’ diyerek haysiyetsizliğin ve alçaklığın bilinen en acı örneklerinden birini sergilemekten çekinmez. Üç kuruş alacakları için onurunu yitiren insanların dramını gözümüze sokar yönetmen. Vahşi sömürü düzeninin insana yapabileceklerinin sınırı olmadığı söylemeye çalışır.

Anne çocuğu ile soğukta titreyerek oturmaktadırlar. Çocuk sorar;

-Anne, sobaya niçin kömür atmıyorsun?

-Kömürümüz bitti oğlum.

-Daha önce vardı ama anne. Babam niçin kömür almıyor?

-Baban işsiz kaldı oğlum. Paramız olmadığı için de kömür alamıyoruz.

-Babam niye işsiz kaldı anne?

-Çalıştığı kömür madeninde çok fazla kömür çıkmış, oğlum. Patronlar da fiyatlar düşmesin diye madeni bir süre kapatıp işçileri çıkardıkları için.

İnsanı kendine ve türüne yabancılaştıran kapitalizmin vahşi boyutunu gözler önüne seren güzel bir fıkradır ancak fıkra demeye dilim varmıyor çünkü ülkemizde de fiyatları düşmesin diye anayollara dökülen sütler, nehirlere dökülen portakallar, domatesler, balıklar, yakılan etler aynı mantığın yani ‘’aman fiyatlar düşmesin’’ zihniyetinin ürünü değil midir? ‘’Araştırmalar bir markanın değeri bir kez indirim yaşandıktan sonra, tüketicilerin beynindeki eski değerine yeniden kavuşmasının yedi yıl sürdüğünü gösteriyor. Tam yedi yıl.’’ (Martin Lindström-Buy.ology) Bütün sermayedarlar bu araştırmadan haberdar mı emin değilim ancak sistem öyle bir kurulmuş ki bilmeye gerek olmadan dünyanın hemen her yerinde aynı mantıkla işliyor. Fiyat düşürüp ‘’tam yedi yıl’’ beklemektense dökmek daha iyi…

Cebinde kalan parayı gören bir yankesici peşine takılır. Bir darbe de hırsız vuracaktır diye düşünürken, eli cebindeyken hırsızı yakalayan Cabbar tüm hırsını alırcasına adamı döver. Yankesicinin güneş gözlüğü sömürü politikalarını insan hakları, demokrasi ve serbest piyasa düzeni kavramlarının ardına gizleyerek hareket eden zihniyetin simgesidir, kara emellerini, kara camlı gözlükler ardına gizleyen sömürücülerin, içerideki işbirlikçisi olarak arsız yankesici tipinin seçilmesi tesadüf değildir.

Efkârlı bir şekilde içerken Hasan ile karşılaşır. Yeni bir at alabilmek için eşyalarını sattığını ancak alacaklılarının arabasına ve atına el koyduğunu söyler. Bir tek silahını satamamıştır. Kimsenin silahı almadığından yakınır. Silah lafını duyan Hasan irkilir. Silahı kullanarak zengin mahallesinden soygun yapmayı teklif eder. Silahta kurşun bile yoktur ama ‘’canı tatlı’’ olan zenginlerin ‘’korkak’’ olduğunu söyleyen Hasan’a göre ‘’kurşuna hacet yoktur.’’

İlk anda karşı çıksa da çaresizce kabul eder. Zengin mahallesinde pusuya yatarlar. Akşam olmasına karşın yine güneş gözlüklü bir adam ıslık çalarak yaklaşmaktadır. Yönetmen yine sömürgeci zihniyeti temsil ettiğini düşündüğü adama güneş gözlüğü taktırmış ve bu kez bir adım daha ileri giderek konuştuğu dili de seyirciye göstermiştir. Bu dil aynı zaman da büyük kızının geçer not alamadığı dildir. Adam hiç korkmadan ikisinin de üstüne yürür ve onları tepeler. Silahında kurşun bile olmayan bir kurtuluş umudunun tepelenmesidir bu.

Hemen ardından ‘’yarının Türkiye’si fakirin Türkiye’si’’ diyerek eylem yapan insanları görürüz. Birlik beraberlik mesajları verilirken ‘’El ele, omuz omuza’’, ‘’sömürülmeyeceğiz’’ yazıları çok net olarak seyirciye gösterilir. Ölümüne kadar inançlı bir sosyalist olan Yılmaz Güney’in filmde elinde kocaman bir Türk bayrağıyla eyleme destek vermesi dini, dili, etnik kimliği, cinsiyeti ne olursa olsun bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin birlik beraberlik içinde olmadıkça sömürüden kurtulmasının olanaksızlığı olarak okunmalıdır.

Engels, Manifesto’nun temel düşüncesinin, sömürülen ve ezilen sınıfın, aynı zamanda toplumun tümünü sömürüden, ezilmekten ve sınıf savaşımlarından sonsuza dek kurtarmaksızın, onu sömüren ve ezen sınıftan kendisini artık kurtaramayacağı olduğunu söyler. ‘’Kişinin bir başkası tarafından sömürülmesine son verildiği ölçüde, bir ulusun bir başkası tarafından sömürülmesine de son verilmiş olacaktır.’’

Cabbar ve Hasan bir süre sonra define işine girmeye karar verirler. Defineyi gördüğünü söyleyen hocayı bulurlar ve tenha olduğu için Cabbar’ın evine yerleşirler. Hoca, definenin yerini kendisinin gördüğünü ancak günahsız çocukların da temiz kalple görmeleri gerektiğini söyleyerek çocukları su falına bakmaya zorlar. Erkek çocukların suda bir şey görmemesiyle tam umutsuzluğa kapılacakları sırada evde günahsız, temiz kalpli bir çocuğun daha olduğunu hatırlarlar ve kızın suya bakması fikri akıllarına gelir. Kız akıllıdır, erkek kardeşlerinin zorlandığını, ağladığını görmüş ve bir an önce bu işten kurtulabilmek ve oyununa dönebilmek için bir şeyler söylemesi gerektiğini anlamıştır. Belli etmeden evin avlusuna bakar ve gördüğü şeyleri su dolu kâsede görüyormuş gibi anlatmaya başlar. Herkes memnunlukla anlattıklarını dinlerken Cabbar’ın gözü avluya takılır ve aynı şeyleri görmesine rağmen kızının, avluya bakarak değil de gerçekten suya bakarak söylediği düşüncesiyle şaşkınlığa uğrar. Definenin kendi bahçesinde olduğuna inanan Cabbar gece herkes uyuyunca bahçeyi kazar. Çaresizliğin boyutlarını gösteren ve kendi aklını kullanmak yerine başkalarının peşi sıra yürüyenlerin başına gelecekleri anlatan muhteşem bir sahnedir. Ortadaki umutsuz durumu fark eden hoca kaybedecek vakit olmadığını anlar ve yola çıkmaları gerektiğini söyler. Tüm ailesini son kez bir kebapçıya götürerek ziyafet çeken Cabbar eve 40 lira bırakabilmiştir. Bu sahne ile 1948 yapımı Ladri di Biciclette filmini yeniden hatırlamamak olmaz sanırım.

Hocanın tarif ettiğine benzer bir kuru ağaç görürler. Yıkanırlar ve ağacın çevresini kazmaya başlarlar. Hoca uyarır; ‘’Dikkat etmek lazım oğul. Define her kılığa girip kaçabilir, karınca olur, böcek olur, yılan olur. Defineyi kaçarken fark edip de dokunursan hemen altına keser. Aslına döner.’’ Cabbar şaşkınlıkla sorar, ‘’hocam’’, der ‘’define kuş olup kaçsa, ben de onu silahımla vursam ne olur.’’ ‘’Gökten başımıza altın yağar’’, der hoca, hiç duraksamadan.

Sanayileşmenin gündelik hayatı ele geçirmeye başladığı bir dönemde makine ile girdiği rekabetle başa çıkamayan ve bunun sonucunda daha da yoksullaşan Cabbar içinde bulunduğu durumu kavrayabilecek bilince sahip değildir. Şehir merkezinde istenmezler. Belediyenin aracı gereğinden fazla titizlik göstererek yolları yıkayarak kenti temizler, polis ‘’biz siz biliriz, her türlü pislik sizden çıkar’’ der ve Cabbar’ın para istediği burjuvalardan biri “sana ben mi dedim şehre gel diye’’ arkasından konuşur. Cabbar ezilen, sömürülen, her türlü üretim araçları elinden alınmış ve kendisi bir meta haline gelmiş proleterya sınıfının temsilcisidir. Kurtuluş umuduyla kafasını oradan oraya vuran, çırpınmaktan başka elinden bir şey gelmeyen işçidir. Bireysel kurtuluş, kuşun kafesten kaçması kadar olanaksızdır. Kolektif bilinç gelişmediği gibi sermaye kültürü tarafından gelişmesine ket vurulmuştur.

Tıpkı sermayenin kendini sürekli olarak yeniden üretmek zorunda olması gibi sermaye kültürü de sonu gelmeyen bir beklentiler kültürüdür. Metin And, Yapı Kredi Yayınları tarafından 2024’de yayımlanan ‘’Minyatürlerler Osmanlı-İslam Mitologyası’’ isimli muhteşem eserinin giriş bölümünde şöyle der ‘’16. Yüzyılda İstanbul’’ isimli kitabım Akbank kültür ve işleri tarafından basıldı ancak kitapçılara verilmedi, daha çok hatırlı kişilere yılbaşı armağanı olarak dağıtıldı. Böylece kitap konuya ilgi duyacak okura ulaşamadı; öte yandan bunun içeriğinden çok kitabı bir nesne, bir süs gibi görenlerin eline geçti. Pek çok kişinin bu kitabın çıktığından haberi bile olmadı…’’ Hatırlı müşterilere vermek için kitap basan bir banka, söyleyecek fazla söz yok, sermaye kültürü denilen kavram işte tam da bu demektir.

Birkaç gün önce özel bir okulda (ismi herkes tarafından bilindik bir okul) Türkçe öğretmeni olduğunu söyleyen bir kadınla tanıştım. Yanımda oğlum da vardı. Bir süre kitap okumanın faydalarından, Türk insanının okumadığından, kendisinin küçüklüğünde çok kitap okuduğundan ve annesinin ‘’gözlerin bozulacak’’ diye kızdığından filan konuştuk. Sonra oğluma ‘’Sen de çok kitap okuyor musun, en son ne okudun’’ diye sordu. Oğlum gayet ciddi (biraz da utanarak) ‘’Alexandr Puşkin’’, dedi ‘’Yüzbaşının Kızı’’. Öğretmen hanımın yüzünde hiçbir ifade değişikliği olmadı çünkü Puşkin’i yeni türeyen ‘’çocuk edebiyatı’’ yazarlarından biri sanmıştı. Bir insan çok kitap okuduğunu iddia ediyor ve ‘’özel’’ bir okulda Türkçe öğretmenliği yapıyorsa, nasıl olur da Modern Rus edebiyatının kurucusu sayılan Puşkin’i bilmez, Puşkin’i okumadıysa hangi kitapları okumuştur anlayamıyorum ve durumu @kusagami’ye havale ediyorum.

“İşçi sınıfı, bir bütün olarak düşünüldüğünde, gelirinin tümünü geçim araçlarına harcar ve harcamak zorundadır. Ücret oranındaki genel bir yükseliş geçim araçları talebinde bir artmaya ve dolayısıyla da geçim araçlarının pazardaki fiyatlarında bir yükselmeye yol açar.”

(Karl Marks)

Bu bir kısırdöngüdür. Kapitalizm, hüküm sürdüğü yüzyıllar boyunca vahşiliğini serbest piyasa, demokrasi, insan hakları günümüzde ise küreselleşme, yumuşak güç, akıllı güç kavramlarının arkasına saklayarak yapmıştır.

“Batı demokrasilerinin demokratik olmayan çevre ülkelere ihtiyacı vardır; zira gelişmiş ülkelerdeki liberalizmin, sınırları denetlemek, kitlesel göç hareketlerini engellemek, karışıklıkları bastırmak vb. için çevre ülkelerdeki otoriter yönetimlere ihtiyacı vardır. Sadece emeğin ekonomik dağılımı değil, iktidarın siyasal dağılımı da dünya çapında bir sistemin sıradan sonuçlarıdır.”

(Olivier Abel)

Bağımsızlık Bildirisi’nde yer alan ‘’tüm insanların eşit yaratıldığı’’ ilkesine inanan Ku Klux Klan teröristlerine göre yaptıkları doğrudur çünkü Bağımsızlık Bildirisi tüm insanların eşit yaratıldığını söyler, oysa kara derililer insan değil, Afrika’dan getirilmiş maymunlardır. Kendi değerlerini tüm dünyaya yayma ve ‘’böylece insanlığın geri kalanı için bir ışıldak olarak hizmet etme’’ görevi olduğunu düşünen zihniyetinin kendinden olmayanı, nasıl gördüğünü merak etmeye bile gerek olmadığı düşüncesindeyim.

 

Yılmaz Güney Umut hakkında şöyle der:

‘’Benim amacım şuydu: Gelişen şartların yok etmek zorunda olduğu bir adamı ele almak istedim. (…) arabacı yok olacaktır. Küçük üretim yok olacaktır. Bir şeyler yok oluyor. Yok olurken birtakım insanlar da proleterleşiyor. Proleterleşmek zorunda. Bu sadece arabacı değildir. Küçük bakkaldır, terzidir, tamircidir, küçük toprak sahibidir. Umut’un umutsuzluğuna gelince, aslında umutla umutsuzluk iç içe yaşar. Umut, umutsuzluğun ürünüdür. Umutsuzluk da umudun bir sonucudur. Umut’un öyle bitmesi bir zorunluluktu o gün için.’’

Umut filminin, piyango ve define peşinde koşan fakir ve gariban bir adamın hikâyesi olarak okunması filme haksızlık etmek olacaktır. Durumlarından ötürü acı çeken ve kendilerini gelecekle değiş tokuş etmekten başka umutları olmayan göçmen proletarya kendisinin ya da çocuklarının kurtuluşun anahtarı olarak ‘’sisteme dâhil’’ olması demek olan ‘’define’’ sömürü düzeninden ve tüketim ağırlıklı yaşam tarzından başka bir şey değildir. Kapitalizmin insanı insanlıktan çıkararak ve kendine yabancılaştırarak dayattığı yaşam düzenine karşı doğrudan girişilen bir savaştır Umut. Cabbar’ın evindeki hemen her sahnedeki çocuk ağlamaları bir ağıttır. Kurtuluş umuduyla bel bağlanan burjuva sınıfının engerek yılanı gibi sokuculuğunu vurgulamak için yapılmış en güzel sahne filmin finalindeki sahnedir. ‘’Bu define değil, yılan’’ sözleriyle sömürünün, zalimliğin, emperyal politikaların ve insanın insana yabancılaşmasının bir umut olarak sunulmasına yapılmış en büyük eleştirilerden birisinin aracılığıyla yapılmış olması gurur vericidir. Delirdiğini düşündüğümüz Cabbar sömürü zihniyetinin ve vahşi kapitalizmin umut değil yılan olduğunu görmüştür. Umut diye sunulan definenin en büyük düşman olan yılan olduğu anlaşılmıştır. Ve umudumuz yeniden yeşerir çünkü artık yılanı tanımış oluruz.

Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
 Tanı da büyü… (Ahmed Arif)

Salim Olcay

salimolcay@hotmail.com.tr