Cervantes Enstitüsü’nde Arjantin Günleri
Ocak 17, 2025 by Editör
Cervantes Enstitüsü’nün Ankara Arjantin Büyükelçiliği ile birlikte düzenlediği Arjantin Günleri, Arjantinli Yazar Andres Neuman’ın vereceği “Şehir Yapısı olarak Tango” başlıklı konferans ile başlayacak ve Pera Film’de gerçekleşecek “Sinema ve Futbol” başlıklı Sinema günleri ile devam edecek.
Andres Neuman’ın vereceği konferans “Şehir Yapısı olarak Tango”, 23 Ocak Pazartesi günü saat 19.30’da Garanti Bankası, Barcelo Eresin Topkapı ve BBVA’nın destekleriyle Cervantes Enstitüsü’nde gerçekleşecek.
Andrés Neuman 1977 yılında, çocukluk yıllarını geçirdiği Buenos Aires’de dünyaya geldi. Göçmen Arjantinli müzisyen bir ailenin oğlu olarak, daha sonra üniversitesinde Latin Amerika Edebiyatı hakkında ders vereceği Granada’da büyüdü. İspanyolca dilinde yazan en önemli anlatıcılardan biri kabul edilen yazarın, Bariloche (1999), La vida en las ventanas (2002), Una vez Argentina (2003), El viajero del siglo (2009) ve Hacerse el muerto (2011) isimli romanlarının yanı sıra, Cómo viajar sin ver (2010) adında bir seyahat kitabı da bulunuyor.
Andrés Neuman, Buenos Aires’in bir şehir olarak gelişimini, Amerika’da benzerine zor rastlanan müzik ve edebi alandaki etkisini, müzik ve bazı tango şarkı sözleri aracılığıyla katılımcılarla paylaşacak.
Konferans’ın ardından 4-29 Şubat tarihleri arasında Pera Film’de “Sinema ve Futbol” Sinema Günleri gerçekleştirilecek. Pera Film, İstanbul Cervantes Enstitüsü, Ankara Arjantin Büyükelçiliği ve INCAA – Arjantin Film Kurulu işbirliği ile hazırlanan, BBVA ve Garanti Bankası’nın destek verdiği “Arjantin: Sinema ve Futbol” film programı, futbol kültürünü perdeye taşımayı, futbol ve sinema hayranlarını bir araya getirmeyi amaçlıyor. Program, birbirinden ilginç dört belgesel ve bir kurmaca olmak üzere toplam beş film içeriyor.
Güney Amerika’nın ilk kulübü, ilk milli derneği ve ilk ligi Arjantin’de kuruldu. Arjantin, futbol ile ilk kez 19. yüzyılın sonlarına doğru İngiliz göçmenler sayesinde tanıştı, futbol yıllar içinde popülerlik kazandı ve ülkenin en büyük tutkularından biri haline geldi. Arjantin, dünyanın en iyi futbol oyuncularından bazılarını yarattı ve bu oyuncular pek çok uluslararası takımda oynadı. Arjantin futbolu, özellikle 1978 Dünya Kupası’na ev sahipliği yaptığında ve golü atan kahraman Mario Kempes sayesinde kupayı kazandıklarında, ülkeyi uluslararası boyutta birleştirmeyi başardı. Aynı şekilde,1986 Dünya Kupası’nda Diego Maradona ülkeyi galibiyete taşırken, Arjantin futbolu dünya çapında ün kazandı ama çekişmeli karşılaşmalar, takımlar ve taraftarlar arasındaki ezeli rekabet nedeniyle, Arjantin’in milli boyutta ikiye bölünmesine de sebep oldu.
GÖSTERİM PROGRAMI
4– 29 Şubat2012
4 Cumartesi
14:00 Maradona’yı Sevmek
5 Pazar
14:00 Arjantin ve Futbol Fabrikası
15 Çarşamba
19:00 San Diego’ya Giden Yol
17 Cuma
19:00 Maradona’yı Sevmek
18 Cumartesi
14:00 78 Dünya Kupası, Paralel Bir Hikaye
19 Pazar
14:00 Arjantin Futbol Kulübü
16:00 Arjantin ve Futbol Fabrikası
26 Pazar
14:00 78 Dünya Kupası, Paralel Bir Hikaye
16:00 Arjantin Futbol Kulübü
29 Çarşamba
19:00 San Diego’ya Giden Yol
Chinatown (1974, Roman Polanski)
Ocak 17, 2025 by Editör
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema
“Olur böyle şeyler Jake. Burası Çin Mahallesi.” (Chinatown)
Robert Towne’nın kaleminden dökülen cümlelerden oluşmuş özgün senaryo Oscar’ının sahibi bu film, biraz Raymond Chandler’ın polisiye öykülerini andıran entrikalı suç hikâyelerini biraz da Patricia Highsmith’in karakterler arası gizemli gerilimden beslenen tarzının bir birleşimi olduğu genel hat okumasının ışığında görülmektedir. Ancak, dillere yapışmış “şeytan ayrıntıda gizlidir” sözümüzü de burada hatırlatırsak günahı, nerede sonuçlanacağı belli olmayan arınma biçimindeki söylemleri ve pişmanlıkların gün yüzüne çıktığı olaylar silsilesini de hazmeder bu karanlık hikâye. Olayları çözümlenişine kadar bir giz perdesinin arkasında tutulan Çin Mahallesi, büyük buhranın ertesindeki toplumsal fakirleşmenin ekonomik yönden kaygılandırıcı bulutlarının, halk üzerindeki yansımasını konu edinen kara filmlerin tezahürüne yönelik hazırlanmış bir saygı duruşu niteliğindedir. Aynı zamanda bu mahalle üzerinden, halkı umutsuzluğa iten puslu yıllarda sömürülen vatandaşların, yozlaşmanın ve rüşvetin silinmediği bir dönemin dehlizlerinde saklı entrikaları bir bir açığa çıkarmaya soyunmuş dedektifin korku dolu çehresinde son noktayı koyar filmin yönetmeni Polanski. Ekrana yansıyan öyle bir korkudur ki, nice dedektiflik filmi izlemiş olsanız dahi, umutsuzluğa iteni hatırlamamanız oldukça güçtür.
Bir tarafı çöl diğer tarafı okyanus olan Los Angeles’ın su sorunu, çiftçilerin ve şehirde yaşayanların gündelik hayatlarını etkileyecek kadar sıkıntının etkileri baş göstermektedir. Kimileri yetersiz suyun bir bölümünü rüşvet karşılığı portakal ağaçlarını sulamak için kiralarken, kimiler de aldığı rüşvetlerden vurgun yapmanın sefasını sürdürmektedir… Eyaletteki su sorunu bertaraf etmek üzere düşünülen baraj inşaatın engeli de, bizzat su işleri müdürü Hollis Mulwray’in onayından dönmesi toplumun sıkıntılarını arttıran bir etki yaratır. Tam bu günlerde özel dedektif kiralamak üzere başvuran Hollis Mulwray’in eşi Evelyn Mulwray’de, dedektif Gittes’den, eşinin metresini bulması ister. Ama ne var ki, Gittes’e başvuran gerçek Bayan Mulwray olmadığı gibi kocası Hollis Mulwray de çok geçmeden barajda ölü bulunur. Tüm bu sorunları göbeğindeki Gittes’in de olayları aydınlatma isteği, sıradan dedektiflik serüveninin getirilerini hiç istemediği kadar aratacaktır.
Çoğunlukla Amerikan hayatına özgü mesleklerden biri olarak tanıdığımız dedektiflik, yazı hayatının ve filmlerin suçları konu edinen hikâyelerinin kurgusallığında önemli vazifeler yüklenilmiş karakterlerdir. Senarist Robert Towne’da, filmin başkarakterinin kişiliğini oluştururken 70’li yılların kötülüğe bulanmış dedektif formülasyonunu bir tarafa koyarak, klasik kara filmlerin olayları sorgulayıcı ama ezilenin safhında yer tutucu bir eğilim gösteren karakterini, bir su öyküsü etrafında cereyan eden olayları araştırmak üzere senaryoya yerleştirir. Sonuçta, gözü kara ve kendi bildiğini okumaktan çekinmeyen dedektif üzerinden, kahramanlaştırılmış insanların veya çıkarları uğruna halkı tehdit eden güç odaklarının karmakarışık ilişkilerini, toplumsal bir belge kıvamında, seyircinin önüne bir halı gibi sermekte zorlanmaz. Bu yüzden hikâyenin temellerinin yükseldiği Gittes karakteriyle de, kara-filmlerin ünlü dedektif yüzü Humprey Bogart’ın filmlerinde çizdiği zeki, olaylara yaklaşımında enine-boyuna düşünen, soğukkanlı portrelerin aynadaki yansımalarıyla ilişkilendirebileceğimiz ortak kişilik özelliklerini benimsemiştir.
Ama bu değil ki, her karanlık olaya burnunu sokma arzusunun dayanılmaz sıcaklığı Bogart’ınkiler kadar az badireli atlatılsın. Çeşitli yara bere, hatta burnunun kesilmesini de göreceğimiz suyun ardındaki karanlık elleri bulma içgüdüsü, sanmayın ki Hollis Mulwray’in cinayetini araştırmaktan koparsın dedektifimizi. Los Angelas’ın kuruyan nehirleri, baraj yatakları, sulanmaya ayrılan portakal bahçeleri Gittes’in ince hattında iz sürdüğü uğrak mekânlardan biri olarak hatırlanacak. Tüm bu duraklarda öğrenilen bilgilerin altın işaret levhaları sadece bir kişiyi gösterecek; o da Evelyn Mulwray’in babası Noah Cross. Bu yaşlı adam gücü anlık elinde bulunduran avam sınıfından bir bireyin tipik özelliğini göstermez. Aksine zengin üst kitlenin en kaymak takımının da bir parçasıdır. Yaşı ilerlemiştir ama para kazanma hırsında negatif bir etki yaşanmamıştır, dahası hiç ölmeyecekmiş gibi çalışan bir zebaninin değneğiyle etrafına kötülükler saçan, hatta en yakın arkadaşını bu para hırsıyla öldürebilecek gözü dönmüş bir kabildir. Çekinceye düşmeden avının tüm soluğunu pençeleri arasında verdirebilir.
Nitekim klasik kara filmlerdeki zengin sınıfının odağında bulunmadığı zincirleme olaylar silsilesinin Noah Cross’u ve karanlık emellerini merkeze oturtan kurgusallığıyla, neo-noirlerin külliyatı arasında yer edinişi de boşa değildir filmin. Anlatılanlar geçmiştendir ama anlatış biçimi yenilikçidir. Hikâye işleyişi sırasında filmin yönetmeni Polanski’yse, dedektifin her durağını gizemli cinayetin ardında hapsolmuş çeşitli bilgi kırıntılarından yeni bir vücut yaratma uğraşı içerisine girdiğinden her seferde dev bir yap-bozun uygun gördüğü parçasını vermekle yetindiriyor seyirciyi. Sonuçta film bittiğinde ilmikleri çözüme kavuşmuş, tamamlanmış bütünü karşınızda göreceğinizi sanıyorsanız da kendinizi boşa avutmayın. Verilmeyen parçaların efsunu daima gizli tutulmaya mahkûm edilecek; Hollis Mulwray’in cinayetinin eksik parçaları sır perdesinin ardında tutulması başka bir gizeme açılan kapıyı bulduracaktır.
Bir cinayet öyküsünden aile içerisinde yaşanmış travmatik olayları konu edinen ilerleyişine değin, süre giden olay örgüsündeki özne kesinlikle dedektifimiz Gittes değil; o, saklı tutulanın ardındakini aramakla görevlendirilmiş bir soru kalıbı, derine inmeyi zaruret edinmiş bir işçi, her incelemesinin ucu Evelyn Mulwray’in gizine çıkan bir talihsiz. Kocasının zamansız ölümünü araştırmakla görevlendirdiği özel dedektif üzerinden sisin ardındaki kendi geçmişine açılan kapıyı saklı tutmak üzere yükümlü tutulmuş soğuk, çekici ve gizemli kadın personası altında narin ve hassas bir kişiliğe sahip Bayan Mulwray, her daim sessizlik ve endişenin egemenliğini sürdürdüğü çehresinde kaderinin makûs bir bölümünü saklı tutmaya zorunlu tutar bilincini. Olayların bir bölümünün kendi etrafında vuku bulması da ket vurulmuş dilini açmaya da hiç bir zaman yeterli gelmez. Ta ki çözülme, kaldıramayacağı yükünün altında ezilişine kadar; ve dudaklarından dökülen itirafları kimsenin ummadığı gerçeği açığa vurana dek: “O kadın kim? Kardeşim ve kızım” Doğruyu söyle. “Kardeşim ve kızım “. Anlatılanlar kutsal kitaplarca da yasaklanan baba-kız ilişkisinin ensest yönüne işaret eder. (Burada Bayan Mulwray’in gözbebeğindeki renk çatlağının aile içindeki ensest ilişkiyi niteleyen bir metafor olduğunu ve filmin sonundaki yazgısının da yine gözüyle bağlantılı oluşu da, mükemmel senaryonun artı puan hanesine eklenen bir özelliğidir.)
Senarist Towne’in incelikli cümlelerinin ardındaki gizem yumağının ucu sayılan, karakterlerin kendine dahi itiraf edilmekte zorlanılan bu korkunç gerçeğin noktaları üzerinden, çürümeye dönüşen 30’lar nostaljisindeki toplumsal yozlaşmayı açığa vurmakla örtüştürülür… O zaman dek yapılan yüceltmenin aksine Amerikan’ın kart postallarda bilinçaltına sokulduğu mutlu ailelerin hayatlarını sürdürdüğü rüya ülkesi sıfatını almaktan çok, toplumsal iç dinamiklerin yani özne konumuna yerleştirilen aile üzerinden, perdedeki karakterler arası çarpık ilişkiler haznesinde resmedilir. Filmin temalarını oluşturan meşum baba-kız ve su sorunsalı etrafında dönen hikâye, klasik kara film öykülerinin halkın ümitsizliğe kapıldığı savaş yıllarının ve ekonomik çöküntüdeki devlet hazinesinin bireye yansımalarından kaynaklı eskimiş dönemle bir ilgisi bulunmamaktadır. Ancak peliküldeki bu kaydedilmiş senaryo, Amerikan tarihinin en sevilmeyen başkanı Richard Nixon’ın beş yıllık görev dönemini sonlandıran Watergate skandalının topluma sirayet etmiş yankılarının da doğal sonucuyla orantılıdır. Kara filmlerin altın günlerindeki seyirciyi perdeye çeken anlatılar ve çevrelerinde duyumsadığı dedikodular neyse, Watergate’in ve batağa dönüşen Vietnam çıkmazının uzantılarının senaristlere aksedişi de gayri ahlaki bir öykü etrafında eksen çizen aile kavramı üzerinedir. Ve Çin Mahallesi’nde de, sona kadar her şeyin saklı tutulduğu Nixon dönemindeki çatlağın bir benzeri yaşanır.
Refah seviyesi yüksek ülkelerde kurulmuş bir ulusun adıyla anılan bu mahalleler, yeni bir yaşam pırıltısıyla yerini yurdunu gerisinde bırakmış göçmenlerin, kendi milletinden olan vatandaşlarla birlikte yaşadıkları geniş yerleşkelerdir. Amerika’da bir mahalle de olan, filmde toplumsal yozlaşmanın yerine simgelendirilen “Chinatown”, 30’ların Los Angeles’ında dönen halkın aleyhindeki karanlık işlerin yerine konulmuş bir kodla örtülmüşlüğü, Hollywood filmlerindeki egzotik çağrışımlar yapmanın aksine korkunun ve günahın hiç olmadı kadar somutlaştırılmış düzeninin canlanışıdır. Fakat bu yapım, kara filmlerin seyirci üzerindeki toplumsal etkilerini yâd ederken, sinemasal yönden eski bir dil üzerine kurulmaktan çoğu zaman kaçınışı, neo-noir’ların buram buram karamsarlığını da üzerinde hiç zorlanmadan giymesiyle birbirlerini tamamlıyor. Çin Mahallesini sona kadar gizemli tutuşu ve sürekli seyirciye sorular yöneltmedeki çekinmez tavrı, bir giz perdesinin arkasında tutulan meşum ilişki, bazı olayların nasıl aksettiğini bilhassa söylemekten çekinişiyle klasik kara filmlerle arasındaki en keskin farkı bu yönden koymayı da biliyor.
Ama bu demek değil ki zorunlu klişeleri ve dönemi yansıtan çarpıklığı hiç kullanmamış olsun. Elbette, dönemin noirlarının siyah-beyaz kontrastından doğan anlamsal bütünlüğünün bir benzerini, renkli dokusunun ardında betimlediği karakterler arası ilişki yumağından desteklenici yapısını biçimsizleştirmenin de olumlu bir artısını, modern perspektifinden ve gerektiğinde omuz kamerasından, bazen de olayları dışından izleyen soğukkanlı biçimselliğinden kaynaklı hikâyeyi anlatma güdüsünün de etkinliği bulunmaktadır. Böylelikle hikâyeyi aktarma becerisi, umutsuz 30’ların travmatik yansımasını, ensest ilişkinin varlığının kanıtsallığı hâlindeki kız karakteri üzerinden kokuşmuş bir düzenin (filmdeki polislik dışındaki belirgin mesleğin balıkçılık olması da bu yönden hayli ironik) trajediyle yadsınamaz ortaklığıyla, kötünün ellerine teslim etmekle veriyor sınavını. Çalan sirenlerin ve bağrışmaların yankılandığı karmaşanın ortasındaki seyirciye istediğini vermeyen bir son; rahatsız etme görevinden anlının akıyla ayrılıyor. Tüm film boyunca Gittes’in zikrettiği Çin Mahallesindeki rahatsız eden geçmişinin tekrarı da kaderin döngüsüne kapılan güçsüz bir kahraman gibi onu bulup, sarmalıyor ve darmadağın ediyor. Gittes’ın arkadaşının dediği gibi “Olur böyle şeyler Jake. Burası Çin Mahallesi.” Sonucunda iyilerin kazandığı yüzlerce filmin arasından sıyrılan kötümser bir gelecek vaadiyle etki bırakmışlığı, türle kurduğu köprüler yanında, bilhassa tüm film tarihinde de ayrıksı bir yer edinmesini misyonuyla sağlamlaştırıyor. Başrolün ağır yüklerini çeken Jack Nicholson ve Faye Dunaway’in karakterleri yorumlama özgünlüğünün getirisi, enfes senaryonun ve harika yönetmenliğin yanına eklenen üçüncü bir ortak halkayla taçlanıyor.
s.keskin09@gmail.com
Luis Buñuel İçin Neler Dediler?
Emir Kusturica: “En büyük entelektüel Luis Bunuel’dir. Çok müthiş filmleri var.”
Henry Miller: “Bunuel’e söylemediklerini bırakmadılar; -hain, anarşist, sapık, kirletici, put kırıcı. Ama çılgın demeye dilleri varmadı. Gerçi filmlerinde betimlediği çılgınlık; ama bu çılgınlık onun eseri değil, on bin yıllık uygarlığın sonunda insanlığın vardığı nokta.”
Carlos Saura: “Luis Bunuel’in filmleri bana her zaman bir şeyler verdi. Bir yönüyle beni rahatsız ettiler, diğer yönleriyle derinden etkilediler. Kısacası Bunuel beni zenginleştiren bir insandır. Filmlerinin benim üstümde olağanüstü bir etkisi var.”
Jean Vigo: “Birkaç gün için Paris’teyim. Sizi görmek isterdim. Geçtiğimiz Çarşamba günü Altın Çağ’ın (L’age d’or) gösterisinde bulundum. BRAVO! Filminiz, şaşırtıcı yeteneğinizi doğruluyor.” (Jean Vigo’nun 25 Ekim 1930’da Luis Bunuel’e yazdığı mektuptan…)
Ado Kyrou: “Tüm sinema tarihinde, Luis Bunuel’in eserinden daha özgür, daha kişisel bir yaratış yoktur. Kalıplara onunki denli uymayan, sinemasal geleneklere onunki denli karşı çıkmış, her türden tabuya onunki denli egemen olan bir sinema da yoktur. Alışılmamışta, akıldışında, önceden bilinemezde son derece rahat olan, gülmecenin çeşitli alanlarıyla da içli dışlı olan Bunuel’in sinemasında, gerçeküstücü devrim, bir emrivakidir, sanatının ayrılmaz bir olgusudur.”
Alfred Hitchcock: “Luis Bunuel dünyanın en iyi yönetmenidir.”
Salvador Dali: “Bir Endülüs Köpeği’nden (1929, Un Chien Andalou) sonra yaptıklarına bakınca yeteneğin kimde olduğu ortaya çıktı.”
Tony Richardson: “Sinemanın peygamberlerinin sayısı az ve enderdir. Bunların içinde Luis Bunuel’den daha güçlüsü yoktur.”
Sergei Parajanov: “Her yapı, her eser, ait olduğu dönemin, dinin ve kültürün simgesi gibi. İyi bir film de böyle olmalı, bir kültürü simgelemeli. Yoksa her ülkenin kendine ait kültürü ortadan kalkarak burjuvazinin ortak kültürüne dönüşür. Ingmar Bergman ve Luis Bunuel gibi çok önemsenen yönetmenleri de bu yüzden sevmiyorum. Çünkü yaptıkları, bütün ülkelere özgü tipik burjuva kültürü ürünleri. Ülkelerinin, halklarının gerçek kültürleriyle bir ilişkisi yok.
Glauber Rocha: “Kendine özgü bir dili olan; ortasınıf ahlakı, ruhbilimsel çatışmalar ve insanların akli bozulmaları hakkında derin bir eleştirel görüş sahibi bir sinemacı.”
Kaynaklar:
Buñuel Sinemasının O Gizemli Çekiciliği, Özgür Kurtuluş
Göstermenin Sorumluluğu, Artun Yeres
Sinema Merkez
Elsa Morante – Burjuva Ailesi
“Ben burjuva bir ailede doğdum. Babam mühendisti, bir inşaat şirketinde çalışırdı. Maaş yüksek. Normal zamanlarda oturduğumuz evden başka bir de sayfiyede köşkümüz vardı, kendi malımız, çiftliği bir yarıcı işletirdi -kirada birkaç dairemiz vardı, iyi gelir getiriyordu- tabii otomobil -bir Lancia- ayrıca da bankada kim bilir ne hisse senetleri vardı.”
Böylece mali dökümünü yaptıktan sonra, çok yorulmuş gibi durdu. Sonra yeniden sözü sürdürerek, işte orada, aile yuvasında, ta küçüklüğünden beri, kentsoylu hastalığının belirtilerini teşhise başladığını söyledi. Bunlar onu giderek daha sarsıyor, isyan ettiriyordu, o derece ki zaman zaman, çocukken, ana babasını görmeye bile dayanamaz, tiksinti nöbetlerine kapılırdı, gene dişlerini gıcırdatarak ekledi: “Haksız da değildim.”
Sonra öne doğru iki büklüm olunca, sesi bir mırıltı kadar hafifledi, masanın tahtasına önemsiz ve saçma sapan bir şeyler fısıldıyormuş gibi alçak sesle ailesini anlatmaya koyuldu. Sözgelimi babasının bir sürü, çeşit çeşit saplantısı varmış; hatta çeşit çeşit sesleri varmış, patronlarla konuşurken başka, meslektaşlarla konuşurken başka, işçilerle konuşurken daha başka. Babasıyla anası, hiçbir kötü niyetleri olmaksızın hizmetlerinde çalışan kişilere aşağı tabaka derlermiş; onlara karşı alışılmış nazik davranışlarında bile hep bir tür yukarıdan bakma varmış. Esasında hep aşağılayıcı olan ve seyrek işledikleri hayırlara, verdikleri sadakalara iyilikseverlik derlermiş. Her tür sosyete sahteciliğini de görev diye adlandırırlarmış: Yemek çağrılarına karşılık vermek, can sıkıcı bir ziyaret yapmak, şu münasebetle şu ceketi giymek, belirli bir sergide görünmek veya tatsız bir törene katılmak gibi. Konuşmalarının ve tartışmalarının konuları aşağı yukarı hep aynıymış. Şehir veya aile dedikoduları, oğulların ileride varacakları mesleki başarıları konusunda beslenen umutlar, vazgeçilmez veya fırsat sayılacak satın almalar, mal edinmeler, harcamalar, yükselişler, düşüşler, vazgeçmeler.. Ama tesadüfen Beethoven’ın 9. Senfonisi veya Tristan ve Isolde ya da Sistine Kilisesi gibi yüksek konulara değinecek olsalar hemen özel bir yücelmişlik pozu takınırlarmış; sanki böyle yüksek şeyler bile sınıf ayrıcalıklarıymış gibi. Otomobilmiş, giysilermiş, ev eşyasıymış, onlara günlük kullanma eşyası değil de bir tür toplumsal düzenin göstergeleri gözüyle bakarlarmış.
Ailesinin yaşantısında yapmacık ve kokuşmuş olmayan hiçbir şey yokmuş, hiç: Ne davranışları ne sözcükleri ne düşünceleri. Gündelik seçimlerinin tümü de en önemsizine varıncaya dek, üstün bir ahlakın kurallarıymışçasına, harfi harfine uyguladıkları, birtakım dar kafalı inançları temel alıyormuş: Filanca davet edilmeliymiş; çünkü kontmuş; falanca kahveye girilmezmiş; çünkü aşağı sınıftanmış. Ama ahlakın gerçek yasaları karşısındaki şaşkınlıkları, onları alay konusu edebilirmiş. Babasına göre, şantiyede çalışanlardan biri, bir kangal bakır tele el koyacak olsa, hırsız demekti; ama biri çıkıp da babasına, o ünlü hisse senetlerinin, işçilerin ücretlerinden çalınmış olduğunu söylese herhalde güler geçer, inanmazdı. Silahlı bir soyguncu, zorla evlerine girip zarar verse, adam öldürse, anasıyla babası pek yerinde olarak onu ipe çekilmeye layık aşağılık bir cani olarak göreceklerdi; gel gör ki faşist saldırganlar Etiyopya topraklarında bu biçimde davrandıkları zaman, onlara yardıma kalkışılmıştı. Kendilerinin rahat yaşadığı bir sistem, onları hiç kuşkulandırmıyordu. Tembellikten, politikaya yanaşmıyorlardı; nasıl olsa hükümet, onları her tür sorumluluktan kurtarıyor değil miydi? Kördüler, körlerce yargılanan ve başka körlerce güdülen körler; ama farkında değillerdi. Kendilerini haklı sayıyorlardı, buna tam bir inançları vardı, bu inancı da kimse kalkıp yalanlamıyordu. Babası herkes tarafından pek kibar bir kişi sayılırdı, anası lekesiz bir hanımefendi, kız kardeşi ise iyi yetişmiş bir kızdı. Öyleydi de gerçekten, ana babanın yasasına uygun olarak yetiştirilmişti ve onları öylesine doğal biçimde taklit ediyordu ki, zaman olur, kalıtım genlerinin aktardığı ana babanın tıpatıp bir örneği gibi görünürdü gözüne. Onların hak bilirlik inançları, kızda da -embriyon halinde bile olsa- yerleşmekteydi. Sözgelimi, küçük bir çocuk olduğu halde, yarım yüzyıldır evde çalışan ve yaşı bakımından ninesinin anası olabilecek bir kadına hizmet ettirmek -hatta ayakkabılarını bağlatmak- ona pek olağan görünüyordu. Vitrinde gördüğü kareli bir paltoyu aldırmak için -dolapta en azından iki yeni paltosu vardı- ana babasına diretmek ve neden olarak da karelinin moda olduğunu, bütün arkadaşlarının aldığını göstermek, ona hiç de mantıkdışı gelmiyordu. Ama bu arkadaşlar arasında, paltosu bile olmayanlar; hatta kışın ayağına giyecek ayakkabısı bile bulunmayanlar varmış, burası önemli değildi: Sanki onlar başka bir gezegenin insanlarıydı.
İlk çatışmalarından birini hiçbir zaman unutamamıştı. “10 yaşlarındaydım ya da on bir. Babam beni otomobille okula götürürken, yolda, ansızın fren yapmak zorunda kalıyor, birisi kesmiş yolumuzu, meydan okur gibi değil; hatta özür dilercesine. Anlaşılan, bir gün önce bir şantiyeden yol verilmiş bir işçiymiş, doğrudan doğruya babamın yüzünden -öyle anlaşılıyor-. Nedenini hiç öğrenemedim. Henüz yaşlı sayılmaz -40 yaşlarında- ama kaşlarında kırlar var; orta boylu, şişman değil; ama güçlü, öyle ki, daha uzun boylu duruyor. Geniş bir yüzü var, sağlam yüz çizgileri, gene de bizim oralılar gibi, çocuksu kalmış. Muşamba bir ceket ve bir bere giymiş, kireç lekeleri var, besbelli duvarcı. Ağzından her sözüyle birlikte duman çıkıyor -demek ki bu olay kışın geçmiş-. Orada öyle durmuş, elini kolunu sallayarak derdini anlatmaya uğraşıyor; hatta babamı yumuşatmak için gülümsemeye bile çabalıyor. Ama babam onu konuşturmuyor bile, öfkeden kabarmış, haykırıyor: ‘Nasıl cüret edersin! Tek kelime istemem! Bas git işine! Hadi! Defol!’ O anda adamın yüzünden bir titreme geçtiğini görür gibi oldum. Bir yandan da içimden kanım küt küt atıyor, önüne geçemediğim şiddetli bir istek duyuyorum: Şu adam babama yumruklarıyla, hatta bıçakla saldırsın. Ama ne gezer, beriki yolun kıyısına çekiliyor; hatta elini beresine götürüp selam bile veriyor. Bu arada babam ise, öfkeyle, onu ezmek pahasına gaza basmış. Hala söyleniyor, ‘Gizlenecek delik aramalıydı! Aşağılık herifler! Serseri!’ diyor. Dikkat ediyorum, öfkesinden, çenesiyle yakası arasında kalan eti, kırmızımtırak, adi kıvrımlar yapıyor. Oysa sokakta kalakalmış o adamda hiçbir adilik belirtisi görmemiştim. O zaman içime öylesine bir sıkıntı bastı ki Lancia’da babamın yanında olmaktansa, darağacına giden idam hükümlüsünün arabasında olmaya razıydım. Anladım ki, gerçekte biz, tüm bizim gibi burjuvalar dünyanın aşağılıklarıydık ve yolda kalakalan o adamla benzerleri de soyluları. Gerçekte bu adamın yaşında olup kendi yaşıtına boyun eğerek emeğini bir şey karşılığında sunabilen bir kişi ancak soylu bir yaratık, krallara layık onur sahibi biri, her türlü alçaklıktan ve adilikten uzak biri olabilirdi; bunu anladım. Hiç unutmam, yolun ondan sonraki bölümünde, şu Tanrısal duvarcının öcünü babamdan almak için ağır sıklet halter şampiyonu olmaya karar vermiştim. Gün boyu ne babamla ne annemle ne kardeşimle tek kelime konuşmadım, onlardan öylesine nefret ediyordum. Öyle sanıyorum ki, oradan başladı işte. Artık onları aynı gözle görmüyordum: Hep bir mercekle bakıyor gibiydim onlara.. sabit.. şaşmaz..”
Serdar Şencan Resim Sergisi
Düş Yolcusu Sanat Durağı, Serdar Şencan Resim Sergisi
20 Ocak 2025 – 2 Şubat 2025
Kokteyl 20 Ocak 2025 Cuma, Saat 17:00 – 21:00 arası
Bağdat Cad. Plaj Yolu. Haldun Taner Sok. No:16/B Caddebostan 0216 386 99 03
Kara mizahı resimle bu kadar iyi buluşturan olmazdı herhalde. Kendi çocuklarının kanlarıyla, canlarıyla beslenen, kendi yaşama kültürünü bir şişe ‘cola’ya değiştiriveren bir toplumun çocuğu olmak zor olsa gerek. Görüp de görmemezlikten geldiğimiz, duyup da duymamazlıktan geldiğimiz büyün olayları kara mizahla önümüze koyuyor Serdar Şencan.
Düş Yolcusu Sanat Durağında sergiye çıkan resimleri 20 Ocak- 2 Şubat 2012 tarihleri arasında izleyebilirsiniz.