Johann Strauss Jr. & Blue Danube

Dünyaca ünlü Avusturyalı besteci Johann Strauss’un oğlu, “Valsin kralı” Johann Strauss Jr. (1825 – 1899)… Blue Danube (An der schönen blauen Donau / Mavi Tuna) başta olmak üzere, Emperor’s Waltz (Kaiser-Walzer), Voices of Spring (Frühlingssümmen), Roses from the South (Rosen aus dem Süden) gibi birçok valsin yaratıcısı Johann Strauss Jr…

Bir vals ritüeli olan “Blue Danube” (op.314 – Mavi Tuna) ile adını “Valsin Kralı” olarak tarihe kazıyan Johann Strauss Jr., bu valsiyle çocuk yüreklerimizde taht kurmayı başarmıştır, hatta zihnimize nüfuz etmiştir diyebiliriz. Çocukluğumuzun vazgeçilmezi “Susam Sokağı”ndaki “Bu benim önüm önüm önüm… Bu benim sırtım sırtım sırtım…” şeklinde, o zamanlar, biz çocuklara önümüzü arkamızı öğreten bu eserde, parçanın sonunda kuklalardan birinin “önüm arkam.. önüm arkam” derken kendinden geçtiği bu klibi eminim hatırlamışınızdır… Şahsen çok net hatırlıyorum ve Strauss hayranlığımın tohumlarını bu klibe borçlu olduğumu düşünüyorum…

Bununla birlikte, Looney Tunes’ın vazgeçilmez kahramanı Elmer Fudd’un orkestra şefi olduğu “Blue Danube” sahnesi geliyor aklıma… Kısaca bu sahnenin teması: Strauss Jr.’ın büyüleyici tınıları eşliğindeki kuğuların seremonisine kendini kabul ettirmek isteyen çirkin ördek yavrusunun kuğu ailesinden ezik bir biçimde dışlanması… Bununla birlikte Johann Strauss Jr.’ın anısına, 1953 yılında yapılan ödüllü “Tom ve Jerry” çizgi filmindeki Johann Mouse karakteri… Bu çizgi filmde Strauss Jr.’ın “Emperor’s Waltz” (Kaiser-Walzer op.437) eseri kullanılmıştır. Bununla birlikte birçok filmde de Strauss Jr.’ın eserleri ve melodileri kullanılmıştır. Birkaç örnek: Alfred Hitchcock imzalı, 1933 yapımı “Waltzes from Vienna” adlı sanatçıyı anlatan biyografik film. Stanley Kubrick’in unutulmaz filmi 2024: A Space Odyssey’de (1968, 2024: Uzay Macerası) ve Avrupa sinemasının son dönemdeki yetkin filmlerinden, Dominik Moll imzalı Lemming (2005, Kuzey Faresi). İlginçtir, Lemming’de Mavi Tuna bir yolculuk esnasında arabanın teyibinden çalınıyor kulağımıza. Moll’un 2024: A Space Osyssey ile örtük bir ilişki kurduğu kesin. Evet, bu filmler yalnızca bazıları…

Bunun dışında 1938 yapımı “The Great Waltz” filmi. Bu filmde müzisyenin hayatı anlatılmış olup, Strauss Jr.’ı Fernand Gravey canlandırmıştır… Ayrıca “Kül Kedisi”, “Pamuk Prenses” gibi pek çok masal filmlerinin olmazsa olmazıdır Strauss Jr.’ın valsleri…

Aslında koro için yazılmış bir vals olan “Blue Danube”, ilk olarak şiirle birlikte koro tarafından seslendirildiğinde beklenen başarıyı yansıtmamıştır. Sonra şiir kısmı atılmış ve eseri yeniden orkestra için düzenlemiştir Strauss Jr. Sonuç olarak eser, büyük yankı uyandırmış ve valslerinin en ünlüsü olan “Blue Danube” valsi doğmuştur. Günümüzde halen birçok filmin müziği (reklam filmleri dâhil) olmaya devam eden bu vals ve Strauss Jr.’ın diğer valsleri, çağımıza damgasını vurmaya devam etmektedir…

Strauss Jr.’ın müziği her yıl, Viyana Filarmoni Orkestrası’nın ünlü yeni yıl konserinde çalınmaktadır. Bu âdet, 1929′da Viyana Devlet Orkestrası ile özel bir Johann Strauss Jr. programı yapan Avusturyalı orkestra şefi Clemens Krauss’un çabaları ile geliştirilmiş olup 1941′den beri aralıksız devam etmektedir.

Yazan: Melike Karagül

Leonardo Da Vinci (birinci bölüm)

Aralık 13, 2024 by  
Filed under Büyük Sanatçılar, Manşet, Rönesans Sanatı, Resim, Sanat

1452 – 1519 yılları arasında yaşamış bir İtalyan Rönesans sanatçısı olan Leonardo Da Vinci, komple bir sanat adamıydı: mimar, mucit, mühendis, müzisyen, geometrisyen, anatomist, heykeltıraş ve ressam. Leonardo Da Vinci hakkındaki bu yazımızda onun dâhiyane kişiliğini “özele” girmeden sadece sanatsal perspektif açısından ele alacağız. Özellikle resim alanındaki çalışmalarını…

Rönesansın başlıca amacı olan “bilgi”, dönemin skolastik yapısına karşı önemli bir “panzehir”dir. İnsanın kendinin bilincinde olması ve aklını kullanarak yetilerini ortaya çıkarmasını amaçlayan Rönesans’ın nihai hedeflerinden biri de “I’uomo Universale”dir (evrensel insan).

Leonardo Da Vinci Rönesans sanatını doruğa ulaştıran, dönemin önemli sanatçılarından biridir. Bu dâhiyane kişilik, sadece resim alanında değil, birçok alanda boy göstermiştir ve birçok ilke imza atmıştır. Bu çok yönlü kişilik, Rönesans hümanizminin en önemli etkisi diyebileceğimiz “I’uomo Universale (evrensel insan)” tipinin üst örneğidir.

“Şahsiyetin en yüksek derecesine kadar gelişmesi, kültürün bütün unsurlarına hâkim bulunan gerçekten kuvvetli ve üstelik de çok taraflı bir yaratılışla birleşince çok-taraflı insan, l’uomo universale ortaya çıkar.” — Burckhardt —

Floransa’nın Vinci kasabasında 15 Nisan 1452 yılında doğan Leonardo Da Vinci, Ser Piero Da Vinci’nin evlilik dışı çocuğudur. Dönemin Avrupası’nda modern isimlendirme kuralları olmadığından adı ilk zamanlar Leonardo di Ser Piero da Vinci (Vinci’li Piero’nun oğlu Leonardo) olarak geçmektedir. Bu sebeple eserlerini “Leonardo” ya da “Io, Leonardo (Ben, Leonardo)” olarak imzalamıştır.

Evlilik dışı bir çocuk olması sebebiyle soylulara tanınan eğitim olanaklarından mahrum olsa da, Leonardo keskin zekâsı ve öğrenme merakıyla çevresini, kendi gözlemleriyle keşfetmiş, her konuda bakış açısını geliştirmiştir. Genç yaşında çizimlerindeki başarısıyla babasının dikkatini çeken Leonardo, onu 17 yaşındayken, Floransa’nın en önemli atölyelerinden birinin başında bulunan ve aslen bir kuyumcu ustası olan Andrea del Verroccio’nun eğitimine vermiştir. Burada Botticelli, Perugino, Lorenzo di Credi, Francesco di Simone, Botticini ve Biagio d’Antonio ile birlikte son derece kapsamlı bir sanat eğitimi almıştır. Leonardo, 1469 ile 1476 yılları arasında devam ettiği, alışılmışın dışında bir eğitim veren “politeknik labarutuvarından” çizim, mimari ve heykelin yanı sıra optik, botanik ve müzik alanlarında da temel bilgiler edinmiştir. (Leonardo’nun ünlü Arno Manzarası, Müneccim Kralların Tapınması ve Aziz Hieronymus eskizi ile birkaç resim bu döneme aittir.) Ayrıca Verroccio’nun ”İsa’nın Vaftiz Edilmesi” tablosundaki meleklerden birinin Leonardo’ya ait olduğu düşünülmektedir.

Leonardo Da Vinci’nin ilk yıllarından yaşamının son yıllarına kadar yapmış olduğu tüm çalışmaların (özellikle resim alanındaki çizimlerinin) genel değerlendirmesini yapalım: Leonardo yaşamın -doğanın- sırrını canlı gözlemleriyle araştırarak çözmeye çalışmıştır. Değişik hayvan ve bitki türlerini, insan anatomisini (kadavra çalışmaları, iç organlarının karmaşık yapısı gibi…), makineler… Hatta bilimsel yaklaşımlı ilk otopsileri gerçekleştirdiği söylenmektedir. Leonardo, ömrü boyunca, çocuksu meraklı bakışlarını hiç kaybetmemiş ve bu muazzam gözlem gücünü sonuna kadar kullanmıştır. Bu durumu Sigmund Freud şöyle anlatır:

“Hakikaten büyük Leonardo, yaşamı boyunca birden çok açıdan çocuk kaldı; aslında tüm büyük adamların çocukluklarının bir bölümünü saklı tutabildikleri de söylenebilir. O da yetişkin olduğunda bile oynamayı sürdürdü ve bu da onun çağdaşlarına çoğu kez garip ve anlaşılmaz görünmesinin bir başka nedeniydi.”

İşte Leonardo Da Vinci’yi hemcinslerinden farklı kılan nokta da buydu: “Ruhundaki çocuğun hiçbir zaman büyümemesi…” Burada dikkati çekmek istediğim bir konu da Leonardo’nun meşhur “not defterleri”dir. Leonardo’nun defterleri temel olarak 4 farklı konuda yazılmıştır: mimari, mekanik, resim ve insan anatomisi. Bu defterler, farklı boy ve tipte birbirinden bağımsız kâğıtlardan oluşmaktadır ve ölümünden sonra dağılmış olmalarına rağmen, günümüzde Louvre, Biblioteca Nacional de España, Milano’daki Biblioteca Ambrosiana ve British Library gibi büyük kolleksiyonlarda bulunmaktadır. Hatta British Library’de bulunan defterlerin bir kısmı internette incelenebilir. Codex Leicester adı verilen defter, Leonardo’nun özel bir koleksiyonunda bulunan tek büyük bilimsel çalışmasıdır ve şu anda Bill Gates’tedir.

Rönesans aynı zamanda, İtalya’da sürekli iç savaşların, darbelerin, çekişmelerin eksik olmadığı bir dönemdi. Bu sebeple Leonardo Da Vinci sürekli göçebe hayatı yaşamak zorunda kalmıştır. Bu durum aslında sanatına renk katmıştır. İnsan çizimlerine yansımıştır. Portre ve kompozisyon örneklerinde Floransalı, Romalı, Milanolu birçok insan tipini görebilirsiniz not defterlerinde. Böyle bir dönemin insan portreleri (erkek) tabii ki de “savaşçı, ürkünç ve grotesk” özellikler taşıyan figürlerdir. Leonardo ayrıca “idealize” edilmiş kadın portreleriyle de dikkati çekmektedir. Leonardo’nun “ideal” olandan kastı: Altın Oran kavramıdır. Leonardo’nun bulduğu bu oran başta insan vücudu olmak üzere matematiksel mantığa dayanmaktadır. Bu oran onun portre çalışmalarında önemli bir ayrıntıdır. Leonardo, seçtiği kişileri farklı duruşlarda -profilden, önden ve yarı dönük- ve farklı yüz ifadelerini mürekkepli kalemler ile kâğıda geçirmiştir. Bu çizimlerin bazılarının ressamın az sayıdaki tuval üzerine yağlıboya ile gerçekleştirdiği yapıtlarındaki figürlerde kullandığı bilinmektedir. İşte bahsettiğimiz bu durum bize Da Vinci’nin portrelerindeki “albeni”yi açıklar: Aynı insan yüzlerinin farklı resim malzemesi ortamlarında ve farklı tekniklerle nasıl birbirinden üstün ve kendilerine özgü anlatım güçlerinin olduğu… Da Vinci’nin insan çizimlerinde bahsetmek istediğim diğer bir konu: İnsanların yüzlerindeki yargılara göre ifadelerine muazzam bir duygu yüklemesi… Çağdaşlarına göre farkı bu olsa gerek. Da Vinci’nin, belirli duygusal anları işlediği portreleri vardır. Örneğin, din mitolojisi konusundaki araştırmaları ile antipati duyduğu kişileri çirkinleştirir, ilgi duyduğu ve farklı duygular beslediği kişileri de -portresini yaptığı soylu kadınları- gizemli ve etkili olmaları için bütün hünerini ince ayrıntısına kadar ortaya koyar… Bu duygu seli Leonardo’nun tuvaline seromonik bir havada yansımıştır. Bu tarz yapıtlarına verilebilecek doruk örnek ise elbette ki, “Mona Lisa”dır. Ölümüne dek yanından ayırmadığı, her gittiği yere beraberinde götürdüğü ve ölümünden günümüze onun sembolü olan portre…


Leonardo Da Vinci’nin portrelerini incelediğimizde şuna dikkat etmeliyiz: Bir bütün olarak algıladığımız portrelerini aslında kendi içinde parçaladığımızda başlı başına bir çalışma görürüz. Yukarıdaki “Mona Lisa” tablosunu inceleyelim. 4 farklı karede de dâhiyane bir sanat çalışması olduğunu göreceksiniz… Fondaki Floransa manzarası, kadının yüzündeki eksantrik ifade, elleri… 1506 yılında tamamlanan bu portre, gülümsemesi, garipliği ve anlamının güçlülüğüyle ün salmıştır.

Leonardo Da Vinci hakkında bahsettiklerim sanatı ve yaşamının küçük bir ayrıntısıdır diyebiliriz. Bu dâhiyane şahsiyetin sanatsal kişiliği bir başka yazıda devam edecektir…

Yazının ikinci bölümüne buradan, üçüncü ve son bölümüne de şuradan ulaşabilirsiniz.

Yazan: Melike Karagül

Safar e Ghandehar (2001; Kandahar / Ayın Ardındaki Güneş)

“Bence Afganistan’daki Buda heykelini kimse yıkmadı… O heykel insanlıktan utanç duyduğu için kendisi yıkıldı. Dünyanın Afganistan gerçeğine karşı gösterdiği duyarsızlıktan utandı ve daha fazla dayanamadı. O dünyanın en büyük Buda heykeliydi ama milyonlarca insanı kurtarmak için büyüklüğünün hiçbir işe yaramadığını gördü.” — Mohsen Makhmalbaf —

Günümüz İran sinemasının önde gelen isimlerinden olan Mohsen Makhmalbaf’ın yönetmenliğini, senaryosunu ve kurgusunu üstlendiği, en önemli filmlerinden biri olan, 2024 yapımı Kandahar (Türkiye’de: Kandahar’a Yolculuk), Cannes Ecumenial Ödülü, UNESCO Fellini Ödülü, Selanik Film Festivali Fipresci Ödülü gibi birçok ödüle layık görülen bir başyapıttır. Aynı zamanda Times dergisince tüm zamanların en iyi 100 filmi arasında sayılmış olup, 2024 yılında En İyi Yabancı Film dalında da Oscar’a aday olmuştur.

Başrollerini Niloufar Pazira, Hassan Tantai, Saau Tymouri ve Hayatallah Hâkimi’nin paylaştığı filmde, Afganistan’lı bir kadın gazeteci olan Nafas (Niloufar Pazira), yaşamını Kanada’da sürdüren bir mültecidir. Nafas ve ailesi Taliban iç savaşı sırasında Afganistan’ı terk etmiş ve bu sırada mayına basıp ayaklarını kaybeden küçük kız kardeşini de Kandahar’da bırakmak zorunda kalmışlardır. Afganistan’da bıraktığı küçük kız kardeşinden aldığı çaresizlik mektubuyla (Afganistan’daki durumun daha da kötüleştiği, kız okullarının kapatıldığı, kadınlara sosyal hayatın yasaklandığı ve umudun kaybedildiği… bir dönemdir bu.) Nafas, ne pahasına olursa olsun onu Afganistan’dan çıkarmayı kafasına koymuştur ve başarısızlıkla sonuçlanan üç türlü yoldan sonra, Afganistan’a İran sınırından girmeyi başarmıştır. Söz konusu mevzuu ise, mektupta kız kardeşinin, asrın son güneş tutulmasında kendini öldüreceğini yazmasıdır… Ve Nafas’ın sadece üç günü vardır…

“Her zaman Afgan kadınlarının konulduğu hapishanelerden kaçtım. Ama bugün… Bu hapishanelerin hepsinde tutukluyum… Sadece senin için kardeşim.” Nafas —

İranlı yönetmen Makhmalbaf, Afganistan’ın gerçek yüzünü acı bir gerçeklikle ortaya koyduğu bu filminde, Afganistan’daki insanlık dramına bir kez daha dikkat çekmiştir. Hem de medyada ortaya konulanlardan daha “gerçekçi” bir şekilde… Makhmalbaf’ın bu filmi, Afganistan üzerine, uzun süreden beri çekilmiş ilk film olması bakımından da önem arz etmektedir. Genelde hepsi gerçektir filmde olup bitenlerin… Gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak yazılmıştır. Afganistan’a gizlice girerek ülke halkının içinde bulunduğu dramatik koşulları gözlemleyen Makhmalbaf, Afganistan’ın ekonomik, politik ve askeri durumuyla ilgili birçok belgeyi inceleme fırsatı bulmuştur. Bununla birlikte, edebi yapıtlar ve belgesellerle harmanladığı bu filmin orijininde Afgan kadının Kandahar’a yaptığı yolculuk yer almaktadır. Asıl hikâyeyi şöyle anlatıyor Makhmalbaf:

“Bir gün Kanada’ya kaçmış olan bir Afganlı kadın bana geldi. Kandahar’daki bir arkadaşından çaresizlik dolu bir mektup aldığını, ne pahasına olursa olsun oraya gidip arkadaşını kurtarmak istediğini söyledi. Kadın benim de onunla birlikte gidip bu yolculuğun filmini çekmemi istiyordu. Onunla gidemedim; ama daha sonra Afganistan’a gizlice girerek ülkede yaşananları gördüm.”

Bu gerçek hikâyeden yola çıkan Makhmalbaf’ın yaptığı tek değişiklik, intihar etmek isteyen kadının arkadaşını, küçük kız kardeşe çevirmek olmuştur.

Nafas’ın Kandahar’a yolculuğu, para karşılığı anlaştığı Afgan bir ailenin, Afgan kadınlarının geleneksel giysisi olan burkaya bürünerek, erkeğinin dördüncü karısı olarak başlamıştır. Yolculuk sırasında soyguncuların saldırılarına maruz kalınması ve adamın bu işten vazgeçip İran’a dönmeye karar vermesiyle Nafas, Kandahar yolculuğuna başka insanlarla devam edecektir…

Dikkat çekilmek istenen başka bir konu da filmin ana karakteri Nafas’ın aslında ne anlam ifade ettiğidir. Makhmalbaf, Nafas hakkında şöyle der:

“Kanada’da daha iyi bir yaşamı keşfetmiş Afgan kadınını simgeliyor. Ülkesine dönmeyi hep istemiş; ama ortalama bir Afgan kadınının düşünce yapısını taşımadığı için bunu yapamamış. Çünkü bir Afgan kadını erkeğin hareminin üyelerinden birisidir. Nafas sözcüğü Afgan dilinde ‘soluk’ anlamına gelir ve ülkede yaygın olarak kullanılan kadın isimlerindendir. Afgan kadınlarının giydiği ve vücutlarını boydan boya örten giysiye burka adı verilir. Bu giysi onların soluk almasını ve özgürleşmesini önleyici niteliktedir.”

İsmi “soluk” anlamına gelen filmin karakteri Nafas, bir nevi Afgan kadınının burkaya meydan okumasını da simgelemektedir.İranlı yönetmen Mohsen Makhmalbaf, Kandahar filminde, Afganistan’ın “gerçek yüzünü” tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur… Yaşanılan insanlık dramını, Afganistan’ın “bakir” coğrafyasında, acı bir gerçeklikle beyazperdeye taşıyan Makhmalbaf, Afgan dramının medyada gördüklerimizden “daha gerçek” olduğunu ispatlamıştır bizlere.



Kandahar’dan Birkaç Replik:

Doktor (Amerikalı militan): “Silahlar Afganistan’da tek modern şey.”

Khak: “Ölüleriniz için Kur’an okuyayım.”

Afgan adam: “Ölü olan bizleriz… Bizim için oku…”

Yazan: Melike Karagül

Nietzsche’nin Müzik Üzerine Düşünceleri

Aralık 8, 2024 by  
Filed under İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Manşet, Müzik, Metinler, Sanat

Bütün sanatlar içinde yapısı gereği, insan duyularını en çok avucu içine alan, fiziksel olarak insanı büyüleme gücü en yüksek sanattır müzik.” —Pierre Lasserre—

Yazar Pierre Lasserre, bir dahi; ama düşünceleri karmaşık, felsefi görüşleri ve estetik duyarlılığı belli belirsiz; derinden derine birbirine karşıt, yapıları ve kaynakları hiç uyuşmayan bazı kuramları ve zevkleri olan Friedrich Nietzsche’nin düşünce dünyasının karmaşıklığını ve karanlık döneminin dâhiyane evresini ele almaktadır Nietzsche’nin Müzik Üzerine Düşünceleri adlı eserinde. Eserin asıl teması; Nietzsche’nin, “Tragedyanın Doğuşu”ndan “Richard Wagner Bayreuthta” kitabına değin uzanan düşünceleri ve ölümünden sonra bulunan, bu eserlerle ilgili, notlar perspektifinde Nietzsche’nin müzik üzerine olan görüşleridir.

Yazar, müzik üzerine ilk fikirleri evrenin metafizik-estetik bir anlayışına dayanan Nietzsche’nin savlarını, Arthur Schopenhauer – Richard Wagner – Eski Yunanlılar (özellikle Apollon – Dionysos) ekseninde ele almıştır. Eserde “…Yunan doğasının temelde müziğe dayalı bir doğa olduğunu, bunun uzun süre, önce Sokrates felsefesinin, sonra sonra Hıristiyanlık insancılığının içinde boğulduğunu, şimdi ise çağdaş müzikte ve özellikle Richard Wagner’de yeniden ortaya çıktığını, bütün bunların sonuncunda müzik yaratısı dürtüsü ve gereksiniminin dünyanın karamsarca algılanmasına bağlı olduğu…” kanıtlanan savların başında gelmektedir.

Karşılıklı beslendiğine inandığım “müzik ve felsefe”nin mükemmel uyumu, Lassserre’in “Nietzsche’nin Müzik Üzerine Düşünceleri” adlı bu eserinde ispatlanmıştır. Eserin arka kapağındaki yazı ise ilgi çekicidir:

“Nietzsche’nin düşünce evreninde müzik daima büyük bir yer tutar. Yazarlık yaşamının başlarında müziksel esini ve müzik heyecanını metafizik gerçekliklerin bir aracısı gibi almıştır. İnsan aklının gelişiminde ve insan ruhunun oluşumunda müziği daima ön planda tutmuştur. Müzik, o dönemde, onun düşün dünyasının neredeyse tümünü kapsıyordu. ‘Müziğin derinliklerinde doğmuş olanlar ve bu dünya ile ilişkileri temelde müzikle kurulmuş olanlar’ için yazıyordu denebilir.”

Eski Yunan’dan günümüze kadar birçok filozof az da olsa müzikle ilgilenmiştir. Platon, Aristoteles, Sokrates, Konfiçyus, Descartes, Leibniz, Hegel, Kant, Schopenhauer ve nihayet Nietzsche… gibi filozofların eserlerine baktığımızda az çok müzikle ilgilendikleri, hatta müzik teorilerine katkıları olduğu anlaşılır. Nietzsche’nin -kendisinin kendisiyle olan mücadelesinde- müzik anlayışı Richard Wagner’e olan ilgisinden anlaşılmaktadır. Schopenhouer-Wagner ekseninde geliştirmiş olduğu bu felsefesi, hayatının inişlerini ve çıkışlarını belirlemiş, aynı zamanda Nietzsche’nin çelişkili ruhsal durumunun felsefesine yansımasının tamamlayıcısı olmuştur diyebiliriz…

Nietzsche’yi anlamak gerçekten zordur. Bırakın müzik hakkındaki düşüncelerini, felsefesi hakkında da sağlam bir yorum yapamayız. Çünkü Nietzsche çelişkilerin adamıdır… Kendi yansımasında bile çelişki vardır. Bu eserde, Nietzsche’nin, Schopenhauer’in müzik kuramı ve müziksel esin başta olmak üzere, müzikli dramada müziğin mimik ve söz ile bağlarına paralel olarak opera hakkındaki eleştirileri, Wagner’e ve onun sanatına değgin karmaşık düşüncelerinin izini sürebilir, az da olsa bazı soru işaretleri hakkında ipuçları bulabilirsiniz…

Kitabın künyesi: Pierre Lasserre, Nietzsche’nin Müzik Üzerine Düşünceleri, çev: İlhan Usmanbaş, Pan yayıncılık - 2. basım: Haziran 1997

Yazan: Melike Karagül

Dışavurumcu Alman Sineması

Aralık 7, 2024 by  
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema

Almanya, diğer Avrupa ülkelerine göre daha geç bir ulusal birlik oluşturdu. 1848–1871 yılları arasında yaşanan süreçle bu birliği sağlayan Almanya, kısmen sanayileşme ve gelişmede de geri kalmıştı. 1871′den sonra Bismarck döneminde sanayileşmede sıçrama yapan Almanya 1890′da sona eren bu otoriter yönetimin sonunda sanayisi gelişen ancak, ekonomik açmazlara saplanan bir ülkeydi. Dünya pazarları ve sömürgeler paylaşılmıştı. Dış dünyada önü tıkanmıştı.

20. yy.’a bu sıkıntılarla giren Almanya’nın otokratik ve militarist bir siyasal yapılanması vardı. Almanya yeni pazarlar arıyordu, geniş kara ve deniz gücüne ve pangermanizm ruhuna sahipti. Sonuçta Avrupa devletleri, yeniden paylaşım yolunu seçtiler ve I. Dünya Savaşı başladı. Savaş, Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlandı.

Savaş sonrası Almanya’da “kazayla” ilan edilen cumhuriyet, ilk seçimleri 1919′da yaptı. Kadınların da ilk kez oy kullandıkları bu seçimden demokratlar galip çıktı. Hem demokrasi yolunda attıkları adım, hem de Wilson İlkeleri ışığında Ocak 1919′da toplanan Paris Konferansı’na umut bağlayan Almanya, bu oluşuma ancak Nisan ayında çağrıldı. Ancak sonuç Almanya açısından umulanı vermedi ve Versailles Antlaşması ile her bakımdan eli kolu bağlandı.

Ağustos 1919′da kabul edilen Weimar Anayasa’sı, demokrat bir yapıdaydı. Ancak 1920–23 yılları bunalım yılları oldu. Ekonomik çöküntü, anlaşmaya duyulan nefretle birleşti ve bu tepki demokratlara yöneldi. Başarısız da olsa peş peşe sağcı darbeler yapıldı. Seçimlerde demokratlar oy kaybına uğradı.

Dışavurumculuk (Ekspresyonizm), 1900 başlarında Almanya’da ortaya çıktı. Bu akım İzlenimciliği, Gerçekçiliği ve Doğacılığı reddetti ve öznel ya da içsel gerçeğin yansıtılmasını savundu. Almanya’da bütün sanat dallarında etkili olan bu akım, hem sanatta hem de toplumda kabul görmüş biçimlere ve geleneklere başkaldırdı. Toplum dışına itilenlerin yanında yer aldı ve yerleşik kurumlara karşı çıktı. Özellikle yaratıcı yetenekteki sanatçılara, yeni bir düzenin ve yeni bir insanın yaratılmasında öncülük yapma görevi yükledi.

Alman sineması Weimar Cumhuriyeti döneminde altın çağını yaşadı. Dışavurumculuk akımı bu dönemde sinemaya sıçramıştı. Dışavurumcu Alman sineması için dekorlar, makyaj ve aydınlatma büyük önem taşıyordu. Biçim, her zaman içerikten önce geldi. Doğaüstü olayları, kişilik değişimlerini ve ruhsal çatışmaları konu edindi. Doğal mekanlar yerine stüdyoları, çarpıtılmış gerçek dışı dekorları, tüm kuralları alt-üst eden perspektifi ve alışılmamış bir aydınlatma tekniğini tercih etti. Bu akımın aydınlatma tekniklerine getirdiği yenilikler tüm dünyayı etkiledi ve özellikle korku filmlerinin temel aydınlatma prensiplerini oluşturdu.

Dışavurumcu Alman sinemasının ilk örneği olarak, Das Kabinett des Dr. Caligari (Dr. Caligari’nin Kabinesi–1919)’yi verebiliriz. Bir mimar olan Robert Wiene’nın yönettiği filmin dekorlarını dışavurumcu ve kübist ressamlar hazırladı. Bu dönemin diğer örnekleri ise, Dr. Mabuse, Golem, Nosferatu, Gölge Kurucusu, Mumyalar Müzesi ve Die Nibelungen’dir.

1925 yılına kadar etkinliğini sürdüren Alman Dışavurumculuğu, Nazizmin yükselişiyle dejenere bir sanat anlayışı olarak mahkûm edildi. Giderek yerini daha gerçekçi bir anlatıma bıraktı.

Frankfurt Okulundan Siegfried Kracauer “Caligari’den Hitler’e” adlı kitabında, Dışavurumcu Alman sinemasının faşizmin habercisi olduğunu belirterek, Caligari ile Hitler’i özleştirir. Nazizm tarafından dejenere ilan edilen bir akımın böyle nitelendirilmesi ancak, dışavurumcuların yaratıcı sanatçılara uygun gördükleri yeni bir insan yaratma misyonuyla açıklanabilir.

I. Dünya Savaşından yenik çıkan Almanya, kendini ekonomik ve siyasal açılardan bir bunalımın içinde bulmuştur. Bu tür bir alt yapının etkileşimiyle doğan Dışavurumcu sinema o dönemin çözülen insanlarını, karmaşık bir ruhsal yapıyı ve kimlik arayışlarını yansıtarak, gerçeklere sırt çevirmiş ve gerçeği çarpıtmıştır. İnsanlara, toplumu ve doğayı yeniden biçimlendirebileceği mesajını aktarmaya çalışan bu akım, karamsar ruhların kimi zaman şiddet içeren anlatım aracı olmuştur.

Sinema ve toplum ilişkisini ele aldığımızda, bunların birbirlerini etkileyen bir döngü içinde olduklarını görüyoruz. Ekonomik alt yapının kültürel üst yapıyı oluşturması, sanatın tüm dallarında olduğu gibi sinema ve medya için de geçerlidir. Toplum sanatı, sanat da toplumu etkiler. Ancak çoğu zaman sanat, toplumun beklentilerine, düşlerine veya karabasanlarına sözcülük etmiştir. Aslında gözler önünde olan ama bakıldığı halde görülmeyen birçok şeyi sanat, kimi zaman kafalara vura vura anlatmış ve nasibine düşen karşı çıkışları, yasakları ve sansürleri bulmuştur. Sinemanın bir sanat olması da ancak bu haykırışlarla mümkündür. Aksi halde sinema, eğlence dünyasının bir unsuru olmaktan öteye işlevi bulunmayan bir gösteriye dönüşür.

Yazan: Ayşegül Engin

« Önceki SayfaSonraki Sayfa »