Sara Teasdale – İlkbahar Gecesi
Park gece ve sisle dolu,
Çekilmiş dünyanın tülleri,
Yollar boyunca uykulu ışıklar
Loş ve işlenmiş inci gibi.
Boş sokaklar altın sarısı ve pırıltılı,
Dumanlı göl altın sarısı ve pırıltılı.
Sulara gömülmüş kılıçlar gibi aynalı ışıklar,
Parıldayıp titreşiyor.
Ah, burada olmak yeterli mi
Üzerimdeki bu güzellikle?
Boğazım övmekten ağrımalı ve ben
Göğün altında diz çökmeliyim sevinçten.
Ey güzellik, yeterli değil misin?
Aşkın arkasından ağlamam neden
Gençlikle, şakıyan bir sesle ve gözlerle
Yeryüzü mucizesine hayretle tanık olurken?
Gururumu neden çıkarıp attım üstümden,
Neden hoşnutsuzum,-
Ben, dalgın gecenin
Bulutlu saçını ışıkla bağladığı,-
Ben, tüm güzelliğin uğruna
Bir milyon kupa içinde tütsü gibi yandığı?
Ey güzellik, yeterli değil misin?
Aşkın arkasından ağlamam neden?
Ekaterina Yosifova – Bulut
Ocak 20, 2024 by Editör
Filed under Edebiyat, Sanat, Ustalara Saygı
Ortalık karardı, serinledi birden,
güneşle benim aramdan geçti kocaman bulut.
Süratle ilerliyor,
yakında dokunacaktır sana gölgenin öteki ucu.
Ne yapıyorsun şu anda?
Yarın ne yapacaksın?
Bulutlar gibi eriyip gidiyor günler.
Alnım omzuna dayalı olarak ihtiyarlayacağımı sanıyordum oysa ben.
Düşlerime girersin belki,
huzur içinde uyuyabilirim iri vücudunun yanında senin.
Senin gülümseyen ruhunun yanında
-huzur içinde.
Gülümseyerek söylüyorum bunu.
Burası geniş ve sakin,
yaşamını değiştirmiyor kimse.
Bulut geçip gidecek.
İleride yaklaşan geceden başka hiçbir şeycik yok.
Leylâ Erbil – Ölü
Ocak 20, 2024 by Editör
Filed under Edebiyat, Oykü, Sanat, Ustalara Saygı
Öldün! Öldün ha! Şimdi ben ne yapayım?.. Bir memur ölüsünün karısı?.. Daha gencim, güzelim de, kolay mı?.. Sevgilim! Birbirini incitmeden geçinmiş kaç karı koca vardır şu dünyada!.. Sararmış incir yapraklı, çakıl taşlı, elektronik beyinli, buzullu, göllü, uçak alanlı daha çok varlıklılar için, katır yollu yoksullara, Hotel Sheraton’lu, Astoria’lı, dana kıyması yiyilenli dünyada! Neden öldün Asım? Tanrım, şu incir çekirdeği doldurmayan mutluluğu çok mu gördün bana? Eşim! Yoldaşım!! (Çenesini de bağlamalı). Onca geçimsiz çiftler varken, varken onca dişilerle erkekler, erkeklerle erkekler, dişilerle dişiler… Örneğin Süheyl ile Mahmure, Prenses Nurhan’la sallabaş kocası Mahmut, Rahim’le Rahime. Tanrım onları alsaydın ya şu pırıl pırıl patlıcanları yarattığın dünyamızdan, dağ koylarındaki katırtırnaklarını, kıyılara üşüşen kuğuları pembe boyalı. (Kırk metre uzunluğunda on metre genişliğinde bir alay olmalı, bir yıl boyanmamalı.) Ne istedin benim tatlı dilli, güleç gözlü erkeklik organımdan? (En sevdikleri: karnıyarık, makarna.) Bayım benim bayım; B, A ve Y. Bayım benim bak bana yakıştı ölmek sana, bak bak Martı’na Martı’n yaaa Martı’n! Martı’sının Boris Alekseyeviç Trigorin’i seni! (Tabutunu hemen ısmarladım.) Denizim benim, yazlık evim; üç ay geçirdiğim içinde, tiyatrom, plaklarım, gel şöyle bana, yaslan arkana, gel, hah şöyle! Yaslan yaslan yastığımıza, ben de seni ölü sandım. Milena’nın Kafkası! (Çıfıt seni.) Bir ıhlamur kaynatayım iyi gelir akciğerlerine, pankreasına ve hormonlarına, ölmezsin belki de? Rakı ya da? Rakı bizim yerli sanayimizin emek ürünü olarak akciğerlerimizi sevindiren, dalgalandıran ıssız kaygan kuytuda oturan damarlarımızı ki o denli dayanıklıdırlar ölüme ama istemezsin, ille viski… Şu prenses bozuntusu alıştırdıydı bize, domuz karı ucuz ucuz yerli konyağımızı içip dururken sana caka viskisi… Aaa inatçı seni yatma! ille de öleceksin değil mi, kalk şöyle bakayım, ben ne olacağım sonra; hiç başıboş koymaya gelmez bunu gözünü ayırmayacaksın üstünden, hemen saçmalar narin domuz, elini versen kolu kapar, dur bari ben içeyim viskini, güzel güzel bir viski black label, kara label… (Müslümanlıkta karalar giyinmek yoktur? Eşyaların yerini değiştiririm: perdeleri, sehpaları, banyoya her girenin aklını karıştıracak gâvur kavanozlarını dizerim aynanın önüne, Odorno, Taffme, tüm Blue Beaute’lerimi ne işe yaradıklarını kimselerin bilemeyeceği, bunları neresine sürüyor acaba diye gizlice açacağı kapaklarını, açar açar prensesliğinden utanmadan açar bakar, şu adamı nelerle esir etmiş kendine diye meraktan açar, gösteririm ben de ona gülümserim, en tiksintili dudak çıkıntımla, mevluta limonküfü bir giysi diktiririm, saçlarımı ensemde toplarım, kulaklarım gözüksün, ölü aylığıyla geçinebilir miyim? Pul koleksiyonunu da satarım, gözü denli bakardı ona.) Otuz yıl nasıl da geçindik, senden başkasıyla bir türlü yatamadım otuz yıl, biliyorum sen de yatmadın, kolay değil ne fırsatlar geçti eline, ince kalın, esmer beyaz, çeşitli fırsatlar kimseye o gözle bakmamışsındır ki… (Ayda kaç lira verirler ölüsüne?) Müşterisiz bir diş doktoru evde kalmış, aklı ve eli oynaşta bir daktilo hadi hadi biliyorum o sizin dairedeki Gülbedia sırıtınca otuz iki kırmızı dişetleri ortaya çıkan, kısır prenses nah şu boku alıştıran bize, nerede bardağım benim? Ne oldu neden yıkıldın gene, kalk kalk al iç, içmiyor musun? Ben içerim seninkini de, bana kalırsa karıların sana yanaşmaları bana düşman olmalarındandı, nedense hiç sevmezler beni, bende onları kendi gözlerinde küçük düşüren ne var sanki sen de kendine sanırdın, sevmezler beni, onların ruhlarını görürüm hemen de anlarlar, bunu ayartmaya kalkarlar, onlardan başka olduğumu anlarlar, beni seven başkasını sevemez ki, başkasıyla yatamaz benimle yatan neden bilmem ama öyle işte, öyle değil mi? Benimle bir yatan öyle değil mi?.. Bu da kendine sanır, şuna bakın boy yok bos yok; boy bos olmaz da cinsel çekmesi olur insanın, alımı olur efendim?.. Gene de başkasıyla yatamadım otuz yıl… Bir topluluğa girdi mi kendisine baktırır, sözünü dinletir, göz yaşartır, aksırtır hapşırtır, bunun ağzını bıçak açmaz… Bıçak dedim, ölü karnına konurmuş, korkma bıçak mıçak getirecek değilim… Heh! ne yapacağı belli olmaz, ola ki ölmedi de sınıyor beni… Amaaan eli ermez gözü görmez bir nesnesin işte, eskiden şu bardakların biri senin biri benimdi şimdi ikisi de benim… Yalnız ruhen inceydi ağzından bir kaba söz bir atasözü bile çıkmamıştır. Örneğin, “horoz ölür gözü çöplükte kalır” değil mi… Hadi desene… Çöplük! Çöplük! Çünkü çöplük sözü incitir kendilerini, hah hah hah! Pek ince bir kişidir canım! Amaaan seni doğrultmaktan da bıktım, yüksek memurdu bu… Kadınları çeken belki de burasıdır! Söylesene ha? Söyle susmaların mı çeken onları?… Söyle bana senden yüksek memurların karılarından hiç sana bakan çıktı mı? Ha? Çıkmaz biliyorum! öyle olsa kaçmazdı gözümden, yalan söylemiyorsun değil mi, artık beni kandırmakla kandırmamak arasında bir ayrım kalmadı. Yüzüme bak ölüm yatağındasın, ölmek üzeresin, öldün bile, saklama, yok yok bana hiç yalan söylememişsindir, senin gibi bir erkek bulunmazdı biliyorum, üstün her seviydi aramızdaki Mişkin’im benim! (Cenaze iyice gösterişli olmalı, babanınki gibi, onu aratmamalı, yedi adım sonra bando çalmaya başlamıştı, annen yürümemişti artık…) Hem de benim sevilecek neyim var ki: güzel değilim öyle, varlıklı da değildim, soydan soptan bir üstünlüğüm de yoktu, sana bir ilgi de göstermemiştim, ne bulduysan bende, neden bir dengini bulmadıydın ha! Ah! Ah! Sanki müthiş bir aşktı da bu sarı deniz kıyısında görünmez bir fırtına bir tayfun çaldı götürdü seni, üçüncü günümüzde, yirminci günümüzde… (Biri sizi severse siz de onu sevmeli misiniz?) Bir yudum daha içeyim, bu son.
Bana sahip oldun, her işime burnunu soktun. SAHİP olmak… Haaahhahhahahhahh! Ben de sana sahip oldum kahkahkahkah! Dur bir yol daha bakayım sahip olduğum sana, hah hah hah hah! (mevlutu bir atlatsam!) Gene mi devrildin, git öteye biraz, git haah şöyle, yanına uzanıcam şöyle otuz yıl olduğunca, otuz yıl bir odun denli uzandım yanına, na şuracığına. Yatağımızı bölüştük, gövdelerimizi paylaştık, ruhlarımızı bütünleştirdik, nah şuncacık yerde oldu bu işler, üç karışcık yerde hih hih hih! Hep günübirlik gelmişim de gidiverecekmişim sanıyordum oysaki ha bugün ha yarın derken otuz yıl… Otuz yıl seni ne yapacağımı bilemedim; “kocam” diyemedim sana hiç, fincanım, çiçeğim, bir sardunyam var görme nasıl açtı dedim mi hiç haa! Tüm kadınlar böyle konuşur, “kocam, erkeğim, aslanım!” Evlendin mi şiltene bir aslan sıçrayacaktır nasıl olsa, hahahahahahah!.. Durmadan seni aldatmayı kurmuşumdur… Denedim de birkaç kişiyle ama olmadı, olmadı işte yapamadım, sıyıramadım bir türlü olmuyor işte çıkaramıyorum… Bir kez Mehmet’in evinde nerdeyse olacaktı… Hah hah! Adamın arkası bana dönükken sıyırmaya başladım, belli etmeden ona hazırlandığımı, epeyi inmişti na şuralarıma değin, birden gördüm adam, patlatılmış Amerikan mısırları, Salem cıgaraları, buzlu viski bardakları arasında bir görüntü ben ki hep sinema; “bir sözünüz bana yeter” falan diyerek o çökerek dizlerimin dibine ilk iş ayakkabılarımı çıkarıp–artık iskarpindi onlar kara rugan–ama ben artık istemem anladığı için hazırlandığımı olmaz asla istemem ve asıl onunkini çıkarmasına dayanamam çıkarmadan da yapılamaz ki, beni bırakıp ayağa kalkıyor bir telâş, elinayağına dolanaraktan hızla çekip kemerini çekip atıp ardından ön düğmelerini… Aaaa! Deli mi ne, ne yapıyorsun öyle, bunun için gelmedim ben, bunu düşünmemiştim bile, ama olsun beni böyle bırakamazsın, yalvarırım yapma, hayır asla, ama ne oldu seni incitecek ne yaptım, hayır çünkü çok komik insan, istemiyorum hiç istemiyorum ama insan donunu çıkarıyor, fanilası da var ve ötekine muhtaç, oysa nasıl güzeldim yakıcı ve uzun kadınlığım, dopdolu ve bitimsiz ama bir kez gördün artık olmaz, bırak beni git, otuz yıl beklediğimce beklerim gene, temizim ben, kocamdan başkasıyla olmaz, otuz yıl tam bir başarısızlıkla dolu bir kadınlığım var, uyu hadi uyu, uyu üzmem seni kıskanıyorsun… Yalnız bilmeni isterim: her vakit gittiğim gibi dönmüşümdür sana, el değmemiş olarak ölmekte olduğuna göre saklanamayacağım artık denedim denemesine tam 12 kez seni aldatmayı denedim, senin varlığına karşın özgürlüğümü korumayı istedim, ne devriliyorsun gene, doğrul, kaçma, ne var bunda yani? Mutlak olan ne? Nedir bu ilişki? Birbirimizin nesi oluyoruz, hangi bağdır bu? Seninle değil de bir başkasıyla evlenmiş olabilirdim ve o kocayla seni aldatmış olacaktım? Öyle değil mi? Kimbilir şimdi, şimdi kimbilir hangi asıl kocalarımız ve karılarımızı aldatmış durumdayız? Dur anlatacağım hepsini, bir yudum daha… 1. Şu demin anlattığım Mehmet’le şu senin müsteşarın olan… 2. Lüks bir otel odasında Prenses Nurhan’ın sallabaş kocasıyla, hem odanın ortasında havuz biçimi pırıl pırıl yatak varken, öylece koydum adamı sana koştum, adamsa ardımdan ayıp yerini eliyle örterek ve sallanarak iplikleri etlerinin, bunu Nurhan’a ders olsun yaptım eşarpımı da unuttum onun dolabında; tanırsın onu… 3. Bir sandalda Kınalı açıklarında, buna hep hayıflanırım gök ölene kadar kalacaktı gözlerimde ama adamın iğrenç uzun kıvrık ayak tırnaklarına takıldım… 4. Bir Yahudi terzi’nin prova odasından geçilen ince uzun bir koridorun ucunda, hep uzun uzun öpüşmelerle dayanılmaz sanılan ama ben dayandım yarım saat öpüşmeye, kaçırmıştı zamanını o. 5. Bir asansörde–gözlerimizle, hiç tanımadığım o, beş kez inip çıktık sana geliyordum, hiç böyle güzel sevişen erkek bilmem. 6. Bir yılbaşı gecesi hani Türkân’larla geçirmiştik, arka odalardan birinde, o sizin yabancı uzman vardı hani Mister Hogart mıydı neydi… Eee ne devrildin gene, kıskandın mı yoksa… Haaa o işi Türkân ayarlamıştı sana çok kızardı bilirsin, benim aklımdan bile geçmezdi… 7. Bir içkievinde tezgâhın arkasında, zilzurnaydık yeteneksiz, inatçı ozanla. Dudağının kıyısına bir yemek parçası yapışmıştı öpemedim… Aaa! Kıskanıyorsun, kıskanıyorsun sen beni, söyleseydin ya ölmeden önce, “yapma, seni seviyorum kutsaldır ve dokunulmazdır evlilik, benden başkasıyla yapma öpeyim ayaklarının altını” deseydin ya! daha henüz körpeyken o ayaklar, demedin… Peki kalsın anlatmam, ölüm yatağındasın, birazdan öleceksin… Ama bil ki her birini ince taktiklerle atlatarak sana el değmemiş olarak, tabii bu asıl sana olan sevgimden değil yalan söyleyemem, kendime güvenme duygumu yitirmemek asıl, çünkü bir kez başladın mı artık sonu yok ve o adamca hemen eskitilebilirsin, oysa gidince kalınır elbette ellerimi dudaklarımı ve adam kötü niyetliyse ayaklarımı öptürdüğümü saymıyorum… ama sana bir genç kız olarak genç kızdan da daha beyaz dönmüşümdür, duygulu ve ince serçe parmağımı üfleyerek öpen sana, çünkü sen değersin ve yetersin sevdin beni, hep hoşgördün, çocukluğuma verdin, bağışladın. Senin kapanmalıyım ayaklarına, evet işte ölü dizlerine senin kapanıyorum… Ayyy! Dizlerim! dizim ayyy! battı, dizime battı, sinsi, sen sen yaptın gene, ne koydun yerlere, gülüyor bir de gülüyor! Kancık memur seni! Tanrı şu ölmüş de örtülmemiş memur parçasını ne vakit alacaksın başımdan! Ayy dizim kangren olur muyum? Otuz yılımı kokmuş yatağında nasıl da geçirdim, niye gitmedim Tanrım, niye gitmedim, çok pişmanım, çok çok çok pişmanım, şu elin adamını sonuna kadar niye bekledim, boğuluyorum boğuluyorum pişmanlıktan… Otuz yıldır pusu kurdun bana, delice oyunlarla oyaladın beni, bulaşık eldivenlerimin içini hamamböceği doldurdun, ayakkabılarımı gizli gizli güneşte kuruturdun, gül getirirdin koklasam kurt çıkardı içinden, suyuma tuz, yatağıma kum serperdin, beni kaybetmemek içinmiş, kaybetmemek biz tanıştığımızda bile kayıp değil miydik… Otuz yıl aşağılık müdürlerini, iğrenç yüksek tabakadan konuklarını bana ağırlattın, eşine dostuna bayram kartlarını bana yazdırttın, delerdi yorganı ayak tırnakların da ben iğreniyorum diye kesmezdin, saçlarını sirkelemeden sevişmezdin benimle, Mehmet’le de Hogart’la da sevişmemi hazırlayan sendin, yaptıramadın ama, yaptığımı sandırdım hep sana, yaptıramadın işte, sevişmedim senden başkasıyla sevişmeyeceğim işte! Ne istedin, neden sınayıp durdun hep budala, ben kötülesem sen güçlendin, sevinsem hastalandın, eğlensem ölmeye kalktın, seni aldatmalıydım, aldatmalıydım… (tabutunu en ucuzundan ısmarlayacağım, vefat ilanını bile vermeyeceğim gazeteye) Ağlıyorum ya ağlıyorum! Gebe kaldım da bir kez olsun “güzel gebem” dedin mi bana, “benim melek hamilem” ya da… “ikramiyeni aldığım gün aşk seyahatine çıkarım Türkân’ı da yanıma alırım o ayarlar işleri.) Dokuz ay o sözü bekledim: “bir tanecik temiz hamilem benim?” dedin mi ha, dedin mi? Ne olurdu deseydin, ne olurdu! Başkalarına benzemezmiş o! Ne olurdu yani benzesen, ne olurdu!.. “Bir tanecik temiz hamile!” Hıh! Biz neden her kişiler denli olamadık? Bak insanlara, biraz daha ölmede bak şu insanlara; bıkmadan usanmadan, birbirlerine gidip geliyorlar, eski konuştuklarını yeniden konuşuyorlar, yeniden çaya şeker koyup içilir, eller sıkılır “allahaısmarladık, bizde bekleriz, güle güle” “çocukların gözlerinden…” Ehh! Elinin körü ömür boyu, ama yaşamak budur işte, Türkân “her şey yaşanmalı” der, içicem işte! Bir yudum bile yok sana, içerek kutlayacağım ölümünü böyle… Öksür, istediğince öksür boğuluyormuşçasına kandıramazsın beni; öksürsen taş fırlatırsın gırtlağından, gülsen kum sağanağı, ölmene izin vermeyeceğim, gözlerinin önünde konuşa konuşa, yıllar süren konuşmalarla sevişeceğiz, çıkaracağım işte çıkaracağım böyle, senin sakladığın her sözü o söyleyecek bana, yıllarca uzun uzun… Kiminle mi?.. Kiminle mi!..
Sabahattin Ali – Gramofon Avrat
Ocak 20, 2024 by Editör
Filed under Edebiyat, Oykü, Sanat, Ustalara Saygı
Azime bu kızı eline geçireli bir sene bile yoktu. Fakat adı şimdiden bütün Konya hovardalarının arasında yayılmış, bunun sayesinde Azime’nin çıkınına yeşil yeşil bangonotlar dolmaya başlamıştı.
Yaşı daha yirmi sularında idi. On beş senelik oturak avratlarından güzel oyun oynuyor, bütün türküleri, en zorlarını bile, gözünü kırpmadan söylüyordu. Bir yanık sesi vardı ki.. Bu ses için ismi Gramofon Avrat olmuştu. Asıl adı pek malum değildi. Nereden geldiğini de bilenler azdı. Dilinin epeyce düzgün olduğuna bakılırsa herhalde şehirde bir efendi yanında evlatlık kalmış olacaktı. İki sene evvel ilk defa olarak Dereköylü bir delikanlının yanında Meram’da bir oturağa gelmiş, ondan sonra bir iki ay bu çocukla dolaşmıştı. Dereköylü bir gece kavga sırasında vurulup ölünce bütün öteki kimsesiz ve efesiz oturak kadınları gibi Azime’nin eline düştü. Azime ne tükenmez hazine yakaladığını bilmez değildi. Kızı evvela terzi Mürüvvet’e götürüp hanımlar gibi giydirdi, ayağına tokalı pabuçlar aldı, bir hafta on gün istirahat ettirdi. Ondan sonra bir geceliğine oturağa göndermek için otuz, kırk, yerine göre yüz lira alarak ve sürüyüp götürmesinler diye yanına kendi adamlarından bir silahlıyı “efesidir, yalnız gönderilmez” diye katarak kızı çalıştırmaya başladı.
Anasının beşibiryerdelerini, babasından kalan iki dönüm tarlayı, Araplar Mahallesi’ndeki eski evi satan her delikanlı paralarını kuşağına basıp Azime’ye geliyor ve bir gececik oynatmak için Gramofon Avrat’ı istiyordu.
Öteki avratlar hep yaşlı kadınlardı. Oyundan anlayan hovardaların beğenebileceği bir oyun, ancak on beş yirmi senede öğrenilebiliyor ve bu müddet içinde yüzler, kalın düzgün tabakaları altında saklanacak kadar çöküyordu. Az ışıklı çıraların veya sönük lambaların ziyasında oynayan bu kadınların yüzlerinden çok ayaklarına ve türlü türlü ahenklerle kıvrılan vücutlarına bakıldığı için yüzlerinin ve yaşlarının pek ehemmiyeti yoktu.
Fakat bu Gramofon Avrat.. Daha bu yaşta, yıllanmış kadınlardan güzel ve ustaca oynayan, en kıvrak şarkıları konuşuverir gibi kolayca söyleyen, rakı verirken adamın gözlerinin içine bakıp gülen bu yaman kadın öbürlerine benzemiyordu. Bu kız için millet birbirini kırıyordu. Azime kızı oynatacak olanların akıllı uslu olmalarına ne kadar dikkat ederse etsin, her oturakta muhakkak kavga çıkıyor, silah atılıyor, adam vuruluyordu. Fakat şeytan kız, bunların hepsinden yakayı kurtarmasını biliyordu. Tam kavga alevlenip kendi yüzünden dövüşenler kendisini unutunca usulcacık sıvışıyor, onu getiren ve asla kavgaya karışmayan adamla beraber, kapının önünde bekleyen arabaya atlayıp bağlar arasından dolaşarak “Azime yengesine” geliyordu.
Gramofon Avrat’ın acayip bir huyu vardı: Bir gördüğünü bir daha hiç hatırlamıyordu. Uğruna evini barkını harcayanları bile ikinci görüşünde tanımazlıktan geliyor, daha doğrusu sahiden tanımıyordu. Çünkü karşısındaki kendisini ona hatırlatmak için: “Nasıl bilmezsin canım, Silleli’nin bağına gittik ya.. Orada Küçük Ali beni bıçakladı da dört ay hastanede yattım ya!..” dedikçe öyle masum bir tavırla “Bilemedim hay efendiciğim, bilemedim işte!” derdi ki, yalan yaptığını söylemek insafsızlık olurdu.
Kendisini alıp götüren ve oynatanların; hatta bir iki gece yanlarında alıkoyanların ne zengin ne de “aslan gibi delikanlı” olmaları, bunların Gramofon Avrat’ın kafasında yer bırakmalarına yetmiyordu. Yalnız bir kişiyi uzun zaman unutmadı:
Azime’nin eski dostlarından Rumelili bir Hüseyin Ağa vardı. Konya’dan istasyondan çıkınca insanın karşısına dizilen bir sürü çift atlı paytonların belki dörtte biri bu adamındı. Azime’ye araba lazım oldu mu, buna haber salar, Hüseyin Ağa da işin sonunda bazen vukuat da çıkabileceği için en genç ve kuvvetli arabacısı Murat’ı yollardı.
Bu delikanlı, hiç konuşmadan, hiç arkasına bakmadan kendisine söylenen yere atları sürer, hangi bağa gidilirse, kapısının önünde bekler, çağrılsa bile içeri girmez ve sabaha karşı oturak bitince yahut bir vukuat çıkıp silah sesleri ve bağırışlar arasında Gramofon Avrat bağdan dışarı fırlayınca hemen atların torbalarını alır, dörtnala şehre dönerdi.
Ne kadın ona, ne o kadına bir laf söylemiş değildiler. Aylardan beri onun doru atları ve hafif arabası kadını birçok yerlere götürdüğü, birçok yerlerden, bazen arkalarından atılan kurşunlara rağmen, selametle evine getirdiği halde, belki bir kere adamakıllı birbirlerinin yüzüne bakmamışlardı.
Fakat bir gece Murat hastalanıp yerine başka arabacı gelince Gramofon Avrat bindiği arabadan atladı ve gitmem diye dayattı; ne yalvarmak, ne bağırmak fayda verdi. Azime pohpohlamak için birkaç gün sonra bunu oğlana söyleyince o, aldırış etmezmiş gibi, omuzlarını silkti.
Bir gün Meram’ın ta öbür başında bir oturağa gittiler. İçerde sazlar çalınıp şarkılar titreşen dut yapraklarında dolaşırken, dönen ve oynayan kadınların kaşık sesleri taşlı bir yolda dörtnala koşan at nalları gibi geceye yayılırken, her zamanki şey oldu: Bağırmalar, sövüşmeler başladı. Birkaç silah sesi duyuldu. Murat başını çevirerek bağın tenha kapısına baktı, neredeyse bu kapıdan çıkıp arabaya atlayacak olan kadını ve “efesini” gözledi. Fakat bunun yerine içerden keskin bir kadın sesi çınladı: “Amanın Murat yetiş, beni vurdular!”
Oğlan yerinden sıçrayarak bahçe kapısını omuzladı. İçerde hala boğuşanlar vardı. Birkaç kişi kadını kucaklayıp bağ evine sokmaya çalışıyorlardı. Kadın Murat’ı görünce ellerini ona doğru uzattı ve ilk defa olarak ona, hem de çok şeyler söyleyen gözlerle, baktı. Murat yavaşça ceketinin cebinden iri nagantını çıkararak oradakilere doğru sıktı; onlar, nereden geldiğini anlamadıkları bu ateşten şaşırdıkları sırada çabucak kadını yakalayıp dışarı fırladı ve arabaya atlayarak şehrin aksi tarafına, dağlara doğru sürdü.
Fakat buraları iyi tanımadığı ve sığınacak kimsesi olmadığı için birkaç gün sonra candarmaların eline düştü, kendisini hapishaneye, kadını hastaneye kaldırdılar. Gramofon Avrat hastaneden çıkınca ilk işi Murat’ı sormak oldu. Tabanca attığı zaman yaralananların biri öldüğü için, delikanlı, hafifletici sebepler filan çıktıktan sonra, tam 12 buçuk sene yemişti.
Bu günden sonra kadın ne bir oturağa gitti, ne eline kaşık alıp oynadı, ne de güzel ve yanık sesini duyan oldu. Evvela yaşlıca birinin yanına kapatma girdi. O kendisini kapı dışarı edince de umumhaneye düştü. Fakat her salı günü muhakkak hapishaneye gidip Murat’ı görür, ya birkaç kuruş para, yahut da yağ, bulgur, cıgara gibi bir şey bırakırdı. Aralarında bir iki kelime bile konuşmadıkları halde kendi uğruna hiç düşünmeden adam vuran bu çocuğu, vücudunu satıp kazandığı paralarla besliyor, belki de artık yalnız bunun için çalışıyordu.
Hadi Öldürsene Canikom Kuyucak’taydı
Ocak 20, 2024 by Editör
Filed under Duyurular, Sahnedekiler, Sanat, Sanatsal Etkinlikler, Türk Tiyatrosu, Tiyatro
Aydın Belediyesi Şehir Tiyatroları olarak, bu sezon sahnelediğimiz Aziz Nesin’in “Hadi Öldürsene Canikom” adlı yapıtını 5 Ocak Perşembe akşamı Kuyucak Belediyesi’nin davetlisi olarak, belediye tarafından yaptırılan yeni kültür merkezi salonunda, Kuyucak halkı ile buluşturduk. ABŞT olarak bu nazik daveti kabul etmiş olmanın bizleri ne kadar mutlu ettiğini Kuyucak’a iner inmez anladık. Belediyede görevli olan arkadaşlarımız bizlerle çok yakından ilgilendiler, ilçenin tanıtımını çok güzel gerçekleştiren bu ikiliye diğer belediye personeli ve Kuyucak halkı da eşlik edince, ne kadar güzel ve Türkiye’nin birçok yerine örnek olması gereken bir yerel yönetimle karşılaştığımızı hissettik. Aydın’da bizlerin sürdürdüğü tiyatro sevgisinin Kuyucak’ta böylesine ilgi ve önemle karşılanması, tiyatro adına gurur verici bir durum. Sayın Kuyucak Belediye Başkanı Ali Ulvi Akoğlu ilçeye kültür ve sanat alanında önemli yatırımlar yapan bir başkan, sadece yatırım yapmakla kalmayıp bu çalışmaların bizzat takipçisi olan örnek bir kişilik. Bizlere çok güzel bir misafir perverlik gösterdi. İlçeye kazandırılan kültür merkezi Türkiye’de neredeyse örneği olmayan bir hizmet. Bu kadar küçük bir ilçenin sanat ve tiyatro için böylesine güzel ve ihtişamlı bir sanat merkezi olması öncelikle şaşırtıcı gibi görünebilir. Özellikle ülkemizde sanata ve kültüre verilen değer düşünüldüğünde Kuyucak’ta gördüklerimiz bizlerde bir rüya etkisi yarattı ve Aydından sonra başka yerlerde de böylesine başarılı bir kültür ve sanat politikasına sahip yerel yönetimleri görmek hepimizi mutlu etti. Oyunumuzun başından sonuna kadar bizlere destek olan Kuyucak’ta tiyatro ile ilgilenen hatta ilgilenmekle kalmayıp oyunlar yazan emekli Milli Eğitim Müdürü Sayın Abdullah Kırkık’ı ve daha birçok amatör tiyatrocuyu gördükten sonra yapılan işin altyapısının da hazır olduğuna ayrıca sevinmiş olduk.
Kültür Merkezinin açıladıktan bu yana Denizli Şehir Tiyatrosu ve Samsun Sanat Tiyatrosu gibi ekiplerinde ağırlamış olduğunu öğrendik, yeni tiyatro gurupları da şimdiden bu güzel ilçenin misafir olacağına duyduk. Burdan ülkemizdeki tüm tiyatro sanatçılarına ve sevdalılarına çağrım, Kuyucak’a gelmeleri ve oyunlarını bu güzel insanlarla buluşturmaları ve onların hoş sohbet masalarına misafir olmaları.
Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan kültür hamlesinin, günümüz Türkiyesi’nde yarım kaldığı söylenen Anadolu’da böyle yerlerin olduğunu herkes bilmeli ve destek olmalı. Tiyatronun sadece İstanbul surları etrafına örülü bir sanat olmadığını herkes görmeli.
Anadolu’ya tiyatro götürme konusunda istekli olan tüm tiyatroların sözde değil özde bir eylem gerçekleştirmelerini, bu sanata gönül vermiş bir tiyatrocu olarak çok istiyorum.
Son olarak söylemek istediklerim, gelince sizleri heykeltıraş Gökhan Yerlikaya tarafından yapımı, tüm Kuyucak halkının katkıları ile süren Kuyucaklı Yusuf heykeli karşılayacak… Kuyucak’ta sanata ve kültüre verilen değeri anlatmak sadece bir yazı ile gösterilemiyor. Rüyayı görmek için orada olmanız gerekiyor…
serkanfirtina35@gmail.com
Aydın Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni