Entre les murs (2008, Sınıf)

Entre Les Murs / Sınıf (2008, Laurent Cantet), her şeyiyle bir ritüeli andıran tanışma sahnesiyle başlar. Bu tanışma özellikle okulda yeni göreve başlamış öğretmenler ile daha önce okulda görev yapan öğretmenler arasındaki karşılıksız diyaloglardan oluşur ve bu sohbet biraz da soğukluk yaratır. Birbirleriyle yıllardır çalışan öğretmenlerin davranışları ve resmi konuşmalarından bunu anlıyoruz. Bu yüzden sanki bir ayinsel tanışma faslı izliyormuş hissine kapılırız. Öğretmenlerimizin çoğu daha önce banliyöde görev yapmışlardır. (Ülkemizde zorunlu doğu görevine benzer sanırım). (Ayrıca Fransız banliyölerini anlatan 95 yapımı La Haine/ Protesto filmini izlemek bu film için bir ön hazırlık olabilir. Nasıl olsa ‘sınıf’tayız. ) Öğretmenlerin şimdiki görev yerlerine baktığımızda da ortam ve açısından pek farklı olmadığını, farklı ve ülkelerden gelen çocukların benzer kozmopolit yapının taşları olduğunu görebiliriz. Özellikle benzer tanışma ritüelini sınıf içerisinde de görmemiz ve bir öğrencinin kendisini tanıtırken ismini yazdığı kâğıdın altına Cezayir bayrağı çizmesi oldukça ilginçtir. Bu bize izleyeceğimiz filmin arka fonunu da yansıtmaktadır. Bir nevi kara koyun muamelesi yapılan, ötekileştirilen toplumların durumlarını da yansıtır. Film bu konuda bize bazı kopyalar vermekten de geri kalmaz. Başrolde bir Fransız öğretmeni olduğu için derslerimizde Fransızcadır. Haliyle yapılan vurgu biraz da Fransız milliyetçiliğine üzerinedir. Derste anlamı bilinmeyen kelimeler tahtaya yazılır, bir kalkıp bilmediği kelime olarak ‘Arjantinli’ kelimesini söyledikten sonra öğretmenin şu sorusuyla karşılaşır. ‘Arjantin’de yaşayan insanlara ne denir?’. Cevabı oldukça basittir hatta soruya aynı cevap verir. Arjantinli. Peki ya bilinmeyen kelime Fransalı- Fransız- olsaydı ne olurdu? Bilinmeyen kelimeyi değiştirdiğimizde ve açılımladığımızda karşımıza bilinmeyen bir kelimeden çok daha büyük bir sorun çıkar.

Filmin derdi aslında kelimelerden çok daha büyük, dersler öyle bir hale gelmeye başlar ki, ders olmaktan çıkar bir manifestoya, aforizmalara dönüşmeye başlar. Eleştirilen sisteminin tamamen dışına çıkar; özgür akılların, düşüncelerin filmi haline gelmeye başlar. Anlamı bilinmeyen kelimelere baktığımız da saçma sapan kelimelerin tahtaya yazıldığını görmekteyiz. Pekâlâ, öğrenciler bu basit kelimeleri bilmeyebilir ama bildikleri başka şeyler, daha önemli şeyler vardır. Öğretmenin cümle kurarken sürekli özne durumunda kullandığı ‘Bill’’ ismine karşı çıkar bir öğrenci. Sürekli bu ‘ soluk benizli’ ismi kullanmasını eleştirir. Neden Rachid, Ahmet ya da Aisatta isimlerini kullanmadığını biraz da kızgınlıkla dile getirir. Öğretmenin cevabı basittir. ‘Eğer hepinizin kökenleriyle ilgili isimleri yazarsam zamanımız yetmez.’’ Tabi ki sonunda öğrencilerin dediği olur ve Aisatta ismi yazılır. Burada dikkat edilen nokta öğrencilerin bir şey öğrenmiş olması ya da istediklerini yaptırabilme güçleri değil, sistemindeki çarpıklığın düzeltilmeye çalışılmasıdır. Bu da filmimizi ‘anarşist’ bir yapıya taşımaktadır. Eğer düzeltilecekse yıkım olmalıdır kaos olmalıdır, değişim- devrim- olmalıdır. Bir kız öğrencinin öğretmenine dediği gibi ‘Siz de biraz değişin’’.


Öğretmenimiz değişime hazır değildir. Hatta bu değişimi reddetmekte ısrar etmektedir. Kendisi var olan düzeni korumayı amaçlamaktadır. ‘Aydınlanma hareketi’ni çocuklara öğretmek isteyen öğretmeniyle olan kısa diyaloglarını yazarsak sanırım aydınlatıcı olacaktır. 

—Aydınlanma Hareketi” onlara ağır gelecektir.
—Peki ya Voltaire? O da mı ağır gelir?
—Voltaire”i anlamaları zor.
—Candide basit…
—Candide için henüz erken.
—Zadig…?
 —Evet, ama yine de ağır gelecektir.

Görüleceği üzere Tarih öğretmeninin bütün çabaları, Fransız öğretmenimizi ikna etmek için yetmez. Hâlbuki öğrencilerin derslerdeki duruş ve konuşmalarından bunun çok ötesinde olduklarını anlıyoruz. Acaba bunu sembolik anlamda Fransız devrimiyle karşılaştırabilir miyiz? Değişime direnen sistem (aynı zamanda yıkılması gereken) öğretmendir ve bu sistemi yıkmaya çalışan (aynı zamanda yıkacak olan) öğrencilerdir. Bu iki kutup arasındaki gerilim her daim var olmuştur ve ihtiyacı olan tek şey herkesin bildiği gibi bir tür ‘kıvılcım’dır. Öğrencilerin de sorunlu bir dönem (ergenlik) içerisinde olmaları da bunu açıklıyor. Aslında var olan kıvılcım pek fazla uzakta değildir. Bir tenefüs arasında başka bir öğretmenin, öğretmenler odasında sinirli bir şekilde öğrencileri aşağılaması, onları hor görmesi ve nerdeyse onları birer hayvan olarak tanımlaması belki de bu konuda diğer öğretmenlerin bir takım fikirlerini değiştirmelerine neden olabilmektedir. Burada da doğrudan bir devrim olmasa da dolaylı olarak oluşan ve Fransızca öğretmenimizin onların daha çok içsel yapılarını incelemeye koyulması ilginçtir.


Derslerde bizde derse gireriz ancak bu dersler genelde gerilim üzerine kuruludur tenefüs olduğu zaman biz de rahatlarız. Filmin amacı da bu zaten. Türk sinemasında yer edinmiş Hababam sınıfı’nı ele alalım bu açıdan. Benzer şekilde derslerde ders işlenmez ister istemez öğretmenler kendilerini farklı bir ortamda farklı bir şekilde bulurlardı. Aslında Sınıf’ta da aynı şeyleri görürüz. Tek farklı yönü mizahi ya da eğlendirmeye dayalı olmasından çok dersin ‘ders’ olmaktan çıkıp bir tür suçlama, düşünüş tarzını eleştirme, öğretmen-öğrenci arasındaki gerilimin artması üzerinedir. Öğrenciler burada öğretmenlerine ‘erkeklerden hoşlanıyor musunuz’ ya da ‘bize karşı çok çirkin kelimeler kullanıyorsunuz’’ şeklinde sorular sormaktan geri durmazlar. Ancak bu karşılıklı gerilim belli bir süreden sonra birbirini tanımaya ve kişiliğe değer verme şeklinde olarak fışkıracaktır. Bunu özellikle utanma üzerine yapılan konuşmalarda görebiliriz. Neden veya neyden utandıkları sorulduğunda öğrencilerin cevaplarının daha çok kendi ırk ve deri renklerinden dolayı ya da kültürel farklılıktan oluşan kaygıları dile getirdiklerini görmekteyiz. ‘Sınıf ‘ Fransa’nın alegorisine dönüşür bu derste.


Aslında film söylemek istediklerini sonradan söylemeye başlıyor, ilk bakışta bakıldığı zaman ilkin devrimci altyapısıyla başlayan film sanki bunu kabullenmiş vaziyette ilerlemeye konusunu daha da özel bir duruma çeviriyor. Bir anlamda bunun handikap olup olmadığını söylemek zor. Çünkü sonrasında bahsedilen birçok şey her ülkede her okulda yaşanan tür olayları kapsıyor. Veli toplantıları, öğrencilerin kendilerini tanımaya başlaması, öğretmenin ‘iyileşmesi’ ve öğrencileri takdir etmesi oldukça klişe bir özellik kazandırıyor. Hababam Sınıfı’ ndaki veli toplantılarını, öğrenci sorularını hatırlayacak olursak konu bütünlüğünü de kavramış oluruz. Bana göre film bu açıdan bakıldığında söylemek istediğinin altından kalkamayacak olduğunu anlayıp yön değiştiriyor ve bu şekilde kendini sıradanlaştırıyor. Uyumsuz öğrenciler, ergenlik sorunları olanlar, arkadaşlar arası dedikodular çekişmeler vs. filmin yönünü daha da özelleştiriyor. Hatta sınıf temsilcilerinin öğretmenlerin toplantısında bulunması ve burada özel olarak konuşulan birçok durumun dışarıya taşınması beraberinde birçok sorunun patlak vermesine neden oluyor. Bu tip diyalogların ve rahatsızlıkların seyirciyi öğretmenin tarafına çektiğini ayrıca belirtelim. Truffaut’un bu konudaki devrimci filmi Les Quatre Cents Coups/ 400 Darbe filmini bir sınır olarak kabul edersek şimdiki Fransız eğitim sistemi ve öğrenci kapışmalarının ne yönde değiştiğini görebiliriz…

Kusagami (Orhan Miçooğulları)

@sanatlog.com

Koleksiyonculuk Serüveni Bir Mendille Başladı!

Cumhuriyet kuşağının ilk kadın öğretmenlerinden Nilüfer Damalı, hediye ettiği  ipek bir mendkştapoğlu Atom Damalı’nın koleksiyonculuk serüvenini ateşledi…

Nilüfer Damalı Vakfı başkanı Atom Damalı, annesi adına kurduğu vakfın çalışmaları ve koleksiyonerciliği ile genç nesillere koleksiyonercilik bilincini aşılamayı hedefliyor.

Puldan sikkeye, resimden heykele kadar uzanan çeşitlilikte sahip olduğu koleksiyonlarının başlangıcı olan ipek mendil koleksiyonuna da hala devam etmektedir.

Annesinin hediye ettiği bir ipek mendille başlayan koleksiyonerliği, yıllar geçtikçe çeşitlenen Atom Damalı, annesi adına kurduğu Nilüfer Damalı Eğitim Vakfı’yla, sahip olduğu koleksiyonlarla ilgili hazırladığı özel eserlerle eğitime destek oluyor.

Nilüfer Damalı Eğitim Vakfı, koleksiyonculuk bilinci ile yayınladığı eserleriyle de gençler ve gelecek nesillere, ve çalışmalarının değerini aşılamaya çalışıyor.

Tüm Osmanlı sikkelerini tek bir altında toplamayı amaçlayan ve 8 ciltten oluşacak “Osmanlı Sikkeleri Tarihi” adlı dev eserinin dışında, “Sosyal Yardım Pulları-Osmanlı ve Türkiye”, “150 Devlet 1500 Sultan-İslam Sikkeleri” ve “Sultan’ın Kermesi / Osmanlı-Girit Sorunu” gibi kitapların satışları ile okutan Vakfın başkanı Atom Damalı; annesinin yaşarken yaptığı gibi gelecek nesillere geçmişlerini bilen insanlar yetiştirmenin vakfın en büyük amacı olduğunu belirtiyor.

Nilüfer Damalı

1910’da Osmanlı topraklarındaki Selanik yakınlarında bulunan Mitroviçe’de doğdu. Balkan savaşı sıralarında ailesi ile birlikte ’ya dönüp Sivas’a yerleşen Nilüfer Damalı, 1928’de Sivas Kız Muallim Mektebi’ni bitirdi.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, dokuz yıl boyunca öğrenciler yetiştirdi. Nilüfer Damalı gençlerin eğitimi ve insanların aydınlanması için çalışmalarına vefat ettiği 1979 yılına kadar devam etti.

Ayrıntılı Bilgi İçin; Markaevi/0212 240 85 85

sanatlog.com

Hangi Mavi Beyazdır?

22 Mayıs 2024 Yazan:  
Kategori: Deneme, Edebiyat, Sanat

Beyaz, uçsuz bucaksız beyaz; alabildiğince sonsuz ve kırılgan; gözlerinizi yorar beyazın temizliği, insanın ruhuyla ters düşen bir yönü vardır. Ruhlarımız her şeye açık; oysa beyaz leke kaldırmaz. ’nun dört bir tarafında aynı iklimin yetiştirdiği, aynı kaderi paylaşacağı düşünülen, kendi halinde; onca yoksunluğa karşın içten içe köpüren ama sessiz… Ağır kış şartlarından sonra bir sabah yaşam, yağmurun gözyaşlarıyla uyanır. Baharla birlikte uyanış; uzun kıştan saklanan duygular bir bir gün yüzüne çıkar. Toprak o bozkırların sessizliğine can suyu olur. Doğa kendini yeniler, insanlar koşuşturmaca içindedir. Yüreklerde törpülenen hayaller için kapılar aralanır. Bozkırdaki ağaç herhangi bir ağaç değildir; hele şehirlerde özene bezene dikilen işlevinin süs olmaktan öteye gidemediği bir ağaç hiç değildir! Tazedir, doğal olandır, kendini gösterir, yorucu bir mevsimden dimdik çıkmıştır. Yakından bakıldığında ’nun kaderini görürsünüz, insanları gibi dimdik, dirençli… Samimidir selamlar, alıp veremedikleri ortada, niyetleri hemen belli olur, çoğu zaman da merhabaya ve yüze bakarlar, sözledir alışverişler.

Çoğu zaman gerçek dostluğun temelleri oralarda atılır, dışarıdan o şehre, köye, her ne amaçla gitmişsen önce bir tedirginlik yaşarsın; içinde acabalarla ürkersin. Yaşayacağım ya da iş hayatını devam ettireceğim yer burası mı dersin? Şaşırırsın sessizliğe. Geldiğin yerin izleri silinmemiştir. Etrafında tutunacak bir dal ararsın… Sonra bakarsın bozkıra; tek tük etrafta bulunan, rahatı kaçan ağaçlarla kendini özdeşleştirirsin. Zaman uzun değildir oralarda ya da her şeyi zamana bırakmana da gerek yoktur. Gülen, yüreği gülen insanlar sarar etrafını, bir umutla dolar sohbetlerin, anlattıkça anlatasın gelir, kendini bulursun, adam yerine konmanın ne demek olduğunu anlarsın, yol üstünde eve giderken karşılaşıp da “hele bir yol otur da bir çay içelim!” diyen Ali Dayı’nın anlattıklarının tadını hiçbir yer de bulamazsın. Dostluklar çabuk büyür Anadolu’da, paylaşılanlar günbegün içine oturur, katmerleşir, kendini oraya aitmiş gibi hissedersin, çareler ararsın seninle ilgisi olmayan dertlere, koşarsın sağa sola, içinde bir işe yaramanın saadeti, dönersin akşam evine… Ertesi güne yapılan hazırlıklar, dostlarınla sıcak muhabbetler kıştan kalma planlar bir bir harekete geçirilir, soğuk çeşmelerden içilen suların, serin çayların akışı bir başkadır. Su yataklarının kenarında, tek tük rastladığın nazenin söğüt ağaçlarının altında söylenen yanık Anadolu ezgileri benliğimizi sarar ve tek gerçeğin orası olduğu hissini verir.

Dağlar bir acayiptir, baharla birlikte uyanır, tanıyamazsın, kıştan kalan beyazlık gitmiş, toprak uyanmış; hele ot bile bitmez dediğin o kıraç topraklar nasıl da kendini bulur. Uzun yağmurlarla ilk güneş can olur doğaya, birkaç dostla beraber dağlara yapılan günübirlik gezilerde yükseltiler ve soğuk yaylalar alıverir seni; unutamazsın yediğin ekmeğin, içtiğin suyun tadını; ciğerlerinde ayrı bir hayat bulursun… Dağ başında rastladığın çobanların ayrı bir hüznü vardır, yüzlerinde doğallığı görürsün, sakallar uzamış, elleri kaba, kalem tutmaz ama onlardan sorulur oraların destanı… İyi tanırlar gelip geçenleri, ekmeğini de paylaşıverirler seninle; tüm servetleri o olsa da…

Sonra en sevdiğim yönü; içinde bir kapı açmanın bilinci, bütün zorluklara ve imkânsızlıklara haklı bir es geçme güdüsü daima mutlu eder onları. Başı diktir, kutsal bir görev olduğunun bilincindedir. “Okutmak, bize ait güzel bir kavramdır”, ve öğretimin en genel ifadesidir. Bilinçli aileler bu işin bu topraklarda vazgeçilmez bir olgu olduğunu iyi bilirler. Faklı bir coğrafyada olsa pek umurlarında da olmayabilir. Çocukların gözlerinde o ışığı görmek mümkün, bakışları esmerdir, yanık tenlidir, nedenleri ve soruları iyi bilirler, bilirler ki kurtuluş yolları okuldur… Yer yer Tanrının bile unuttuğunu doğrulatabilecek birçok imkânsızlıkların olduğu, kendilerini ifade edebilmenin, düşlerinde büyüttükleri kimliğe kavuşmanın, iyi bir iş ve meslek sahibi olmanın, umut bağlamış, kendini okutanın emeğini gerçeğe dönüştürmenin yolu, hep okullardan geçer. Dedim ya bu gözler, bu düşler insana güç aşılar, eğer sensen umutları, çare biraz da sendeyse; öğretmenindeyse… deme keyfine; cevher hazır, işle işleyebildiğin kadar, kazanılan bir okulda senin de payın varsa, daha ne istersin o topraklardan; bir ışık seninle beraber soracak güzel günlerin gecikmişliğini. Çoğalacağız atılan her bir tohumla, damla damla umut olacağız, Anadolu’nun sesiz çığlığını duyuracağız; kocaman kulaklı ama işitmeyen dev kılıklı başkalaşmışlara…

Okul

Derken yol bitmez; ama yol başka bir iklimde başka yüzlerle kesişmek için zamandan izin alır, Gün gelir vedalaşırsın o topraklarla. Ürettiklerin ve tükettiklerin hep aklında; muhasebesini iyi yapmışsındır her şeyin. Büyüttüğün ve şöyle böyle yaparım dediğin ve kafanda planlarını kurduğun bir gelecekle yeniden başlamak istersin. Ayrılık zordur, yapamayacağım dediğin coğrafya anan olmuştur, ana gibi ak, saf kanına işlemiştir ruhu. Hüzünler kaplar, geceden sabaha uyku tutmaz, son bir gece dersin ve alınanlar alınır; verilenler verilir. Ama bilirsin ki ta en içlerde, yüreğinin en derinlerinde; kimsenin işgal edemeyeceği sağlam kalelerinde yıllarca sürüp kuşaklarına aktaracağın anılar üretmişsindir Anadolu’ya dair. Senindir o izler ve herkesindir…

Giderken yol türküleri aralıksız çalar; yollar eğimli, kıvrıla kıvrıla su akar yatağını bulur misali; bildiğini sandığın bilinmezine doğru yol alırsın. Ezgiler sana ait değildir, onlarındır, onların içinden gelmişsen senindir de. Bir tepeden görünür Akdeniz, neler söylenmemiştir, bu coğrafya dair, ne şarkılara konu olmuştur, hüzünlere, yaşanmışlıklara, aşklara, söylenmemiş söz var mıdır acaba bu iklime ait? Akdeniz akşamları bir başka mı oluyor? Görünenlerin ardında kocaman bir görünmeyen var mıdır? Deniz tepeden masmavi çığlığını gözlerine haykırır insanın, ürperirsin, hayran hayran bakarsın maviye, kıvrılan tepeden uçuverip konmak istersin, tüm yorgunluğunun özgürce dağılması için. Kurgularsın kafanda bir sahil kasabası ya da kentinde yapacaklarını. Medeniyetin beşiğinde olduğunu düşünürsün, aklında yaşadığın soğuk iklimin sıcak insanları… Şaşırırsın önce, bakıp sahile o güneşin denizle bütünleşmesine. Öylece kalırsın bir an kumsalda… Sıcak, daha sıcak… Her şeyin sımsıcak olması bir umut verir sana. Sonra bir bir dökülür her şey; mavinin, düşlediğin mavi olmadığını anlarsın. Deniz mahzun ve durgun dalgalarını vururken sahile, arınmak için çırpındığını da hissedersin. Anlamlandıramazsın ilk önce doğanın bu kadar saflığının ve cömertliğinin boşa gidişini. İlişkilerdeki ürkeklik nedendir dersin. Selam verdiğin, yürekten bir merhabanın anlamsız bakışlarla geri çarpmasını sorgularsın. Acaba dersin, birden dostların gelir aklına, o beklentisiz, sırf gülümsediğin için yüzünde güller açan insanları. Sonra yine anlamaya çalışırsın değer yargılarını, turizmin beşiği dersin, denizi ve ticari kaygıları düşünür ve hak verirsin bir noktaya kadar… Zaman en güzel analizi yapmak için fırsat verir sana. Zıtlıkların çok fazla olduğunu görmen üzer seni…

Düşününki bütün dünyanın çeşitli halklarından, farklı kültüre sahip binlerce insanın buraları görmek için koştuğu; etkileşimin, doğanın ve denizin kendini gösterdiği bir sahil kasabasındasınız… Beklentileriniz üst seviyede olur, ilişkilerin daha olumlayıcı, tanımanın verdiği hazla daha sevecen olmasını beklersiniz. İlk aklıma gelen ’nin “Amaçlara giden yolda her şey araçtır ve ahlakidir.” yaklaşımının ne kadar da su götürmez bir gerçek olduğudur. Anlıyorsun tek gerçeğin kar etme güdüsü olduğunu, selamlardan ve bakışlardan para kokusu çıkmıyorsa, değerler sıfırlanmış demektir. Her şey duygudan arındırılmalı ve ticari bir nesneye dönüştürülmeli. Karma bir yapı çıkar karşına ülkenin farklı yörelerinden, farklı kimlikler aynı amaç doğrultusunda oradadırlar, kimi düşlerini burada büyütür, kimi ekmeğinin ve geçiminin derdindedir, gelenlerin sınıf farkı göze hemen çarpar. Hizmet edenler ve hizmet edilenler, bu da doğal olan mıdır, yaşamak için birileri bir şeyleri yerine getirmeli midir? Elbette öyle ama önemli olan kimin, neyi, nasıl ve hangi değerler ölçüsünde yerine getirdiğidir.

Sorular

Akdeniz, ismi ne güzel ama neden kim koymuştur bu ismi? Suları gibi berrak ve mavi bir yaşam çok yakışır bu coğrafyaya, al getir Anadolu’nun samimiyetini deniz de gülsün… Gün gelir haliyle gelenler bir bir çekilir giderler, denizden ve kumsaldan paylarına düşenleri almışlardır; kimi ürkmüştür, kimi mutlu, kimi de ortada şaşkınlıklarıyla bir daha diyerek yolunu tutarlar kendi gerçeklerinin ve deniz kendi türküsüyle baş başa kalır, kocaman bir yazın yorgunluğunu ağır ağır salınarak atmaya çalışır, herkes getirip mavinin üzerine çalmıştır nesi varsa ve bırakıp gitmişlerdir öylece; kolay mı kaldırmak bunca kirlenmişliği…

İnsanlar yeni bir hayata merhaba derler. Öğrenciler okulların yolunu tutar, sonbahar okul mevsimi, eğitim öğretim düşleriyle başlayacaksın. Sen de oradasın, yeni yılın bir parçasısın, vereceğin çok şey var aklında… Yaşanmışlıklarının artıları, hele de hep o geldiğin iklimin insanları… İlk fark ettiğin şey öğrencilerin gözleri, donuk gözleri olacaktır. Şaşıracaksın, inanamayacaksın; çünkü denizin mavisini beklerken, kör edilmiş ruhlarla karşılaşacaksın. Aklıma Alman şair Friedrich Hölderlin’in “Tıpkı bir despot gibi doğu; orada çocuklar yürümeyi öğrenmeden diz çökmeyi; konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi öğrenirler.” sözü geliverdi. Anlattığın kişiler aklına gelen bu sözün abartı olduğunu düşünür. Haklı olarak bu yazıyı okuyan sizler de öyle düşünebilirsiniz. Ama gerçek acıdır, içinizi yakar, bir çocuğun ya da öğrencinin normal şartlarda rahat edebileceği en güzel yer anne babasının, yani ailesinin yanı değil midir? Evet öyledir. Bazı gruplar, dini değerlerimizin ve inanç sistemimizin tek sahibi kendileriymiş yanılsamasından hareket ederek duyguları ve aileleri sömürme düzenini iyi kurmuşlar. Konuştuğun aileler evi ve işi olmasına rağmen çocuklarını o yurt adı verilen ve “hoca” olarak yetiştirildiği düşünülen mekânlara seve seve teslim etmektedir. Karşılığında dini bütün inançlı insanlar yetişecekmiş. Kim hangi yasal dayanağa göre bu öğretileri üstlenmekte, bu misyonu yüklenenlerin eğitim seviyeleri nedir? Kaçı gerçek bilgisine sahip? Olaylara ve durumlar karşısında objektif midirler? Bu soruları uzattıkça uzatabilirsiniz… Sorular karşısında aradığınız yanıtlar yine öğrencilerde gizlidir, yapacağınız ufak bir gözlem size her şeyi açıklayıverir. Okullarda ilköğretimden itibaren kız çocuklarını pek göremezsiniz. Kim demiş doğuda kız çocukları okutul muyor diye? Gel hele kardeşim, bir geliver de gör tatil için geldiğin Akdeniz kasabalarına; birini değil, bir kaçını geziver şöyle. Suratına çarpsın o küçük beldelerdeki aymazlık, ortaçağ zihniyetinin yansımaları. Mekanizma sağlam kurulmuş, kız çocukları okutulur mu? Okuyup da üstünü başını mı açsın? Sonra sokaklarda gezmeye başladığı zaman ne yapacaksın? Önünü hiç alamazsın valla… Sen bizim yurtlara ver, dinini bir güzel öğretelim ve hoca yapalım onları. Sahile mahile inip de cıbıldak karıları da görmezler. Sonra bir açıköğretim sınavında görürsün hepsini, dışarıdan diploma almaları için özel olarak yetiştirilmişler. Devlet okullarında kılık kıyafet yönetmeliği var ya… Kadının yeri kocasının yanıdır, döver de sever de, günü gelince bulunur hayırlısıyla bir koca. Oturup evine baksın, yemeğini yapsın. Erkek adam eve ekmek getirir. Belli bir iş potansiyeli olması nedeniyle başka illerden gelen ailelerin kız çocuklarına rastlarsın sınıflarda. Birkaç kişidirler. Onlar da tek başlarına sabahları okula nasıl gelebiliyor, evden yalnız nasıl çıkarlar; diye komşuları tarafından hayretle karşılanırlar ve dışlanırlar; iyi gözle bakılmaz, bizzat konuştuğunda okullu olmaktan ezildiklerini belirtirler. Ya o zihniyetin temsilcileri konumundaki erkekler eve nasıl ekmek getirirler?

Sorgulayalım: Birçoğunun umudu turizm ya da tarıma dayalıdır. Sezona göre kazançları iyidir, Bakarsın, eğitim seviyesi düşük kadınların evden çıkması hatta perdeyi açması gözünün morarma nedenidir, sağlam güzel bir ahlakçı anlayış (!) İlginçtir çoğu erkek iki evlidir, eğer tek eşliysen oranın yerlileri tarafından abes karşılanır. Erkek adamın bir karısı olur mu? Ya da kazançlar günü birlik geç saatlere kadar devam ettirilecek; turizme dayalı eğlenceler de harcanacaktır Ailelerinin denize girmesine yasak koyarlar (oysa elin gâvuru sahilde oturur, kitabını okur, bir yıl hayalini kurduğu denizin doya doya tadını çıkarır; çalışmıştır, eğlenmek ve dinlenmek hakkıdır, doğal olan da budur zaten.). Ertesi gün yine eli boş dönecektir. Lise seviyesindeki bir gencin bazen kimlik bilgilerine ulaşmakta güçlük çekersiniz, babası kaydettirmeye bile gerek görmemiş, şaşırırsın!

Eğitim

Sosyal hayatın (bir olgudan [din] yola çıkılarak yerli ve kırsal kesim insanlarını kastediyorum) tamamı bir şekilde yönlendirilmiş; alış-verişler dahi belirlenen marketlerden yapılı; falanca marka yağı kullanacaksın, şu marka bisküvi, şeker, deterjan al, vs. öğütleri uzar gider; telkinlerle insanlar yönlendirilmiştir. Seçim zamanı oylar gelen telefonla belirlenir, kime oy vereceksin senin değil, onların kararıyla olur. Kasabaların en hâkim tepe noktasına kurulmuş olan mekânlar, ruhani öğretinin simgesidir; şatafatlı yükselir oralardan. Denize karşı, herkesin görebileceği bir noktadan hâkim bakar. Neler düşlenmiştir o mekânların içinde, kimler nasıl, ne eğitimi görürler? Her şey programlanmıştır. Kırk elli kişilik koğuşlarda, belli zamanlarda belli uygulamalarla, herkesin aynı telden çalması istenir, bir sürünün parçasıdır herkes. Oysa birey olabilmek farklıdır, her birinin ayrı istekleri vardır, gazete okumalı, film izlemeli, denize girmeli, gülmeli, eğlenmeli, sevdiği şarkıları dinleyip kendini bulmalı değil mi? Bir çocuğun konuşmasından daha güzel ne vardır, soru sorarak nedenlerini bulmalı her şeyin, cevaplar, cevaplar aramalı; aramalı ki daha güzel bir dünya düşlemeli. Gerektiğinde adımlarını atabilmeli…

Öylece bakarlar gözlerine, sevimlidirler, cana yakın ama eksik bir şey var, ruh göremezsin, uykuludur gözler, konuşamazlar, ağızlarından çıksa çıksa birkaç kelime… O da güvensiz, umutsuz, çok çabalarsan açılıverirler, ama akıllarında hâkim tepenin dev binaları (!) eksik değildir, ona göre konuşurlar. Aileleri teslim etmiştir oraya, eti senin kemiği benim misali… Bir mengenenin içinde, genç beyinler aynı tornadan çıkıyorlar, yarın hepsi bugün olduğu gibi aynı şarkıyı söyleyecekler, nerde özgür düşünen beyinler? On sekiz yaşına gelmiş bir genç neler düşlemez, dünyanın kendi etrafında döndüğü gerçeği kanının daha da hızlı akmasını sağlar. Son sınıf, on yedi, on sekiz yaş, en büyük zevkleri okul bahçesinde top oynayarak kendilerini ispat etmektir, hepsi bu… Ellerine verilen estetikten yoksun birkaç , sanattan uzak, ideolojilerinde boğulan fikirler bu gençlerin dünyası olmuş, ağır ağır yol alınmakta, kurgulanan güzel gelecekleri için her şey hazır…

Kasabalar ikiye bölünmüş, hatta üç bölüm düşünün. En uzak köyler yirmi beş kilometre deyin, sahil şeridi ne kadar medeni olduğumuzun göstergesi: ağaçlar, ışıklandırmalar, kaldırımlar, deniz harika, insanlar şık giyimli, yol mükemmel, modern bir görüntü, yolun hemen kuzey kısmı değişiktir, kimliğini ele verir, aralarında iki yüz üç yüz metre ya vardır ya da yoktur, çöpler yerde, yollar bozuk, evler dökük, oysa hemen karşıda bir çöp bulamazsın; ya daha ileride düşünün, ömründe bir kez sahile inmemiş insanlar bulursun, inmişse de iki “cıbıldak karı” görelim diye gelmişler, hâlâ da şaşırırlar bunca insan niye gelir buralara diye… Zihniyet, gelen milyonlarca insandan nasıl olur da hiç etkilenmez!

Uzak iklimlerden, bozkırdan serin bir esinti gelir, gelir de ta yüreğinin ortasına oturuverir… Her şeyiyle sade, olduğu gibi, çıplak, içi dışı bir, ne söylenecek yalanları, ne gizlenecek yaşamları vardır. Beyaz ve mavi farklı mıdır her zaman? Renkleri kimler boyuyor, ne için? Bir tarafta Anadolu’nun kardelenleri, imkânsızlıkları yol bilip çırpınan insanları, bir tarafta açmadan soldurulan gülleri… Yine soruyorum: Akdeniz ak mıdır? Mavi beyaz mıdır?

Yazan: