Stephane Hessel - Öfkelenin
Ekim 9, 2024 by Editör
Filed under İnceleme Kitapları, Kitabiyat
94 Yaşında bir bilgeden özellikle gençlere “Öfkelenin!” adlı tokat gibi bir bildiri. Stephane Hessel, İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Fransız direniş hareketlerine katılmış, faşizme karşı mücadele etmiş, işkenceye uğramış, toplama kamplarında kalmış, savaş sonrası Birleşmiş Milletler’de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yazılmasına katkıda bulunmuş ve hayatı boyunca ezilenlerin yanında yer almış bir eylemci, düşünür, arabulucu kimliği ile de birçok sorunun çözümüne katkı sunmuş bir diplomat. Ama her şeyden önemlisi tüm insansızlaşma ve insansızlaştırmaya karşı Aydınlanmanın değerlerini savunan bir yazar.
“Öfkelenin” adlı boyutu küçük ancak etkisi çok yüksek olan bu kitapçığında, Hessel, kapitalizmin bu son aşamasında yarattığı tahribata karşı başta gençler olmak üzere tüm bireyleri Öfkelenmeye kışkırtıyor. Kendi yaşam deneyimlerinden damıttığı düşünceleri ile bir nevi umutsuzluk duvarını kırmaya davet ediyor. Neo-liberal politikaların dünyamızı ne hale getirdiğine, çevre sorunlarına, sosyal adaletsizliğe değin birçok konu da dikkat çeken uyarılarda bulunuyor.
Hessel, kendi yaşamından verdiği ve tarihsel arka planını dünyamızın egemenleri tarafından şekillendirildiği yılların sonucunda öfkelenmesi için birçok neden olduğundan bahseder. Totaliter rejimlerin insanlığa uyguladıkları acımasızlıklar, savaşların yarattığı yoksulluk ve kıyım, kapitalizmin yarattığı sosyal eşitsizlik gibi daha nice neden kuşkusuz Hessel’in öfkelenmesi için yeterli olmuştu. Günümüzün belirsizleşmiş dünyasında Öfkenin nereye kanalize olacağı ve önemi konusunda Hessel şunları söylüyor. “Doğrudur, öfkelenme nedenleri bugün o kadar açık seçik olmayabilir ya da dünya çok karmaşıktır. Kim emir veriyor? Bizi yöneten akımlar arasında bir ayrım yapmak her zaman kolay değildir. Faaliyetlerini açık seçik biçimde anladığımız küçük bir seçkin topluluk yok artık karşımızda. Büyük bir dünyada yaşıyoruz ve böyle bir dünyada ve her şeyin birbirine bağımlı olduğunu hissediyoruz. Bugüne dek görülmemiş bir karşılıklı bağımlılık içinde yaşıyoruz. Ama bu dünyada katlanılması mümkün olmayan şeyler var. Bunları görmek için iyi bakmak, aramak gerekir. Gençlere sesleniyorum: Biraz arayın, bulacaksınız. En kötü tavır kayıtsızlık, ilgisizliktir, “Bir şey yapamam, elimden bir şey gelmez, ben kendi işime bakarım” demektir. Böyle davrandığınızda insanlığı oluşturan temel değerlerden birini yitirirsiniz. Bunun için gerekli olan değerlerden birini, öfkelenme yeteneğini ve bunun sonucu olan siyasal ve toplumsal bir davaya hizmet etme çabasını yitirirsiniz…” (s.39)
Hessel, buradan yola çıkarak çağın sorunlarını teşhis etmeye başlar. Eşitsiz gelişime, emperyalistlerin zorbalıklarına, Filistin sorununa kadar birçok soruna çomak sokan düşünceler ileri sürer. Şiddete karşı barışçıl olmanın insanlık açısından önemli bir erdem olduğuna vurgu yapar.
Ve XXI. Yüzyılı inşa edecek olanlara şu cümlelerle seslenerek son noktayı koyar.
“YARATMAK DİRENMEKTİR. DİRENMEK YARATMAKTIR.”
Fransa’da satışının 2 Milyonu aştığı belirtilen kitapçığın gelirini yazar, yapıtın anlamına uygun olarak, uluslararası alanda mücadele eden sivil toplum kuruluşlarına bırakmış. Tam 25 dile çevrilen kitapçığı Türkçe’ye İsmail Yerguz çevirmiş. Cumhuriyet Kitapları tarafından “Aydınlanma Kitaplığı” serisi içerisinde yayımlanan kitabın girişinde, Mustafa Hazım Bayka’nın “Aydınlanma ve Aydınlanma Dizisi” hakkında kapsamlı bir yazısı bulunuyor. Aydınlanmanın tarihçesi ve Türkiye toplumu açısından önemine vurgu yapılıyor. Hemen sonrasında Uğur Hüküm tarafından yapıt ve yazar hakkında bir bilgilendirme amacı taşıyan önsöz kaleme alınmış. Kitabın sonunda ise, Fransızca Basıma Sonsöz başlığı altında, Sylvie Crossman’ın yapıt ve yazar hakkındaki değerlendirmelerine yer verilmiş.
Çağımızın en önemli sorunlarından birisinin eylemsizlik ve tepkisizlik olduğu düşünüldüğünde Hessel’in bu kışkırtıcı metninin önemi daha da büyüyor. Özellikle gençliği yaşadığı çağın sorunları ile yüzyüze getiren Hessel, çözüme giden yolun eylemden geçmesi için gerekli olan şeyin “öfkelenmek” olduğuna vurgu yapıyor.
Öfkelenin/ Stephane Hessel/ Çeviren: İsmail Yerguz/ Cumhuriyet Kitapları/ 56 s.
SDÜ Güzel Sanatlar Enstitüsü Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi
Kubilay Aktulum’un “Metinlerarası İlişkiler” Yapıtı Üzerine
Eylül 13, 2024 by Editör
Filed under İnceleme Kitapları, Edebiyat, Eleştiri, Felsefe Metinleri, Kitabiyat, Kitaplar, Sanat
Metinlerarası ilişkiler adlı yapıt, metinlerarası alanında Bu kapsamda Türkiye’de yapılan ilk kuramsal inceleme kitabıdır. Giriş bölümünde, metinlerası olgusu irdelenerek, metinlerasının postmodern yazının temel özelliklerinden biri olduğuna vurgu yapılır. Günümüzde metinlerarası incelemenin, sadece romanda değil, genelde tüm sanat alanlarında var olan bir olgu olduğuna önemle değinilir. Kitabın bölümlerinde ayrıntısı ile değinilecek olan, Kristeva ve Barthes’ın metinlerarası yazınsal çözümleme girişimleri tanıtılır. Daha sonra kavramın Rus Biçimcileri ve Baktin’in çalışmalarında ele alınacağı belirtilir. Metinlerarası ilişkiler adlı çalışmanın bu konuda ele alınan düşüncelerin ve yöntemlerin neler olduğunu ve ortaya çıkan değerlendirmelerin metinlere olan uygulanabilirliğini kapsamı altına aldığı söylenmektedir.
I. Bölümde, kavram, tanım, kuram ve köken başlıkları adı altında çeşitli kuramcıların düşünceleri ele alınarak, uzlaştıkları ve ayrıldıkları noktalar belirtilir. Öncelikle Kristeva’nın ortaya koyduğu metinlerarası tanımlama örneklenir. Kavramın genel anlamıyla bir yeniden yazma işlemi olduğu noktasından ilerleyen bir düşünce sistemi olduğu söylenir. İlk olarak Rus Biçimcilerinin, yazın incelemelerindeki genel tutumu reddederek ve Saussure’ün dilbilim kuramlarından esinlenerek, çalışmalarını dilbilime yöneltmeleri konusu ele alınır. Rus biçimcilerinin daha önceki geleneksel yaklaşımdan farklı olarak metni eşsüremli açıdan kendi içerisinde inceledikleri ortaya konur. Rus Biçimcilerinin metni, yalnızca biçim açısından tanımlamakla yetindikleri ve kapalı bir yaklaşım modeliyle metni inceleme altına aldıkları dile getirilir. Hemen arkasından Baktin’in biçimcilerin tersine, metnin açık açık başka yapıtlarla sürekli bir alışveriş içersinde olduğu düşüncesine geçilir. Baktin metnin, başka yapıtlarla alışverişi olduğu kadar, tarihsel ve toplumsal olgularla da ilişkili olduğunu düşünür ve Biçimcilerin metni aşırı şekilde dizgeleştirmeye çalıştığını söyleyerek buna karşı çıkar. Baktin’ın Söyleşimcilik ve sözce kuramlarını, Rebaleis ve Dostoyevski’nin yapıtlarına uygulayarak somutlaştırmaya çalışıldığına değinilir. Baktin’in “yazının karnavallaştırılması” adını verdiği, karnaval geleneğinin yazın alanına dönüştürülmesi düşüncesi ele alınır.
Daha sonra Baktin’in Söyleşimcilik adını verdiği düşüncesinden yola çıkarak, postmodernist eleştiri alanında metinlerarası kavramını ortaya atan Kristeva’nın düşünceleri açımlanır. Metinlerası kavramını göstergebilimsel bir bakış açısı ile ele aldığı söylenen Kristeva’nın metinlerasılık olgusunu kendi göstergebilimsel yazın kuramının merkezine yerleştiğine değinilir. Kristeva’nın her metnin bir alıntılar mozaiği gibi oluştuğunu ve her metnin kendi içinde başka metnin eritilmesi ve dönüşümü olduğu düşüncesi örneklenir. Yazınsallığın çokseslilik ve çokanlamlılık niteliğiyle belirlenebileceği söylenir. Daha sonra Kristeva’nın Chomksky’nin Sözdizimsel Yapılar üzerine yaptığı incelemesinin eleştirisine yer verilir. Kristeva’nın düşünceleri sonucunda, metinerasılığın bir metni eşsüremli ve artsüremli boyutlarda, başka metinlerle ilişkilendirilerek, hem kendi çağındaki hem de geçmiş çağlardaki metinleri özümseyerek oluştuğu belirtilir. Ve Kristeva’nın metinlerarası tanımının öznellik düzeyinde Baktin’ın Söyleşimcilik kuramından ayrıldığı ortaya konur.
Metni bir metinlerarası görüngüde tanımladığı söylenen Kristeva’nın ardından metinlerarası kavramının, Roland Barthes’ın etkisiyle eleştirisi sahnesine daha fazla çıktığına değinilir. Barthes’ın, Kristeva’nın metin konusunda yaptığı tanımlamaları sürdürdüğü görülür. S/Z adlı yapıtında, kapalı metin kavramı yerine “açık” metinden söz ettiği örneklenir. Barthes’ın, Kristeva gibi özne yazar kavramına olduğu kadar okura değinmediği söylenmektedir. Barthes’in tanımlamalarının kuramsal kaldığına değinilerek, hiçbir metinlerarası uygulama yapmamış olduğu söylenir. Barthes’in düşüncesi, her metnin eski alıntıların bir örgüsü olduğu saptaması düzleminde şekillenmiş olduğu görülür.
Sonraki başlık altında, metinlerarasını önceki kuramcılar gibi bir yazı olgusundan çok, bir “okuma etkisi” olarak gören Michael Riffaterre’ın incelenmesine geçilir. Riffaterre’ın Kristeva’dan farklı olarak metin karşısında okurun rolüne değinmesine ve metinlerarasını okur-metin arasındaki ilişkiye göre tanımlamaya çalışmasına vurgu yapılır. Rifatterre’e göre, Metinlerarasının göndergeleri saptanabilir olmalı, metin içinde görüngesel bir varlığa sahip bulunmalı ve belli bir biçimselleştirmeye elverişli olmalıdır. Bu tanımın kavramın, temel özelliklerinin, bilinemezlik ve saptanamazlık olduğunu ileri süren Barthes ve Kristeva’nın düşünceleriyle çeliştiği söylenir. Daha sonra Rifatterre’in “hayalet metin” olarak adlandırdığı örneklendirmesi ele alınarak bu alanda yaptığı çalışmaları değerlendirilir. Görüldüğü üzere, Rifatterre’in, metinlerarası çözümlemesi okura geniş bir yer verir.
Hemen sonrasında, metinlerarasını içerisinde bulunduğu anlam kargaşasından kurtarmak için yeniden bir tanımlamaya giden Lurent Jenny’nin incelenmesine geçilir. Jenny’nin belirlediği metinlerarası tanımlamanın, daha önceki eleştirmenlerden temelde ayrılmayıp bir ölçüde onlara bağlı kaldığı söylenir. Ancak, önerdiği kuramın metinlerarasını daha belirgin bir ulama sokulduğu görülmüştür. Jenny’de metinlerarası olmadan yazınsal yapıtının kavranamayacağını düşünmektedir. Ancak bir yapıt ile daha önceki yapıtlar arasında farklı toplumsal söylemler arasında bir ilişkiler dizgesi bulunduğunu ve artık metin-dışı göndergelerinde yapıta olan katkılarının araştırılması gerektiğini düşünür. Ve bir metnin başka metinlerle ilişkisinin, taklit, parodi, alıntı, gizli alıntı, montaj gibi biçimlerle kurulabileceğine vurgu yapar. Örnek olarak, Shakespeare’ın Hamlet’i ile Lautreamont’un Maldoror’un Şarkıları adlı yapıtlarındaki mezarcı sahneleri arasındaki koşutlukları saptar. Jenny, bir metnin başka bir metne farklı anlamsal ilişkilere göre yerleştirme biçimlerini sınıflandırır. Değişmeceli yerdeşlik, Eğretisel yerdeşlik, Yerdeş olmayan montaj olarak gösterir. Daha sonra, sözbilimsel betiler başlığı altında bir sınıflandırmaya giderek, Sesbenzeşimi, Eksilti, Genleştirme, Abartma, Sıra Değiştirme türlerini açımlar. Değiştirme biçimlerini de kendi aralarında, Sözcelem durumunun değiştirilmesi, Nitelemenin değiştirilmesi, Dramatik durumun değiştirilmesi, Simgesel değerlerin değiştirilmesi ve Anlam düzeyinin değişmesi olarak ayrımlandırır. Tüm metinlerarası alışverişlerin, anlam düzeyinin değişmesi ilkesine göre değiştiği söylenir.
Bu sınıflandırmanın tartışmaya açık olduğu söylendikten sonra Gerard Genette’in incelenmesine geçilir. Kuramcının öneminin, yeni sözcükler türeterek kavrama açıklık getirmesi, kuramsal düzlemde onu yeniden tanımlayarak belirli bir düzene oturtması olduğu söylenir. Palimpsestes adlı çalışması ile metinlerarası ilişkiler kuramı çerçevesinde yapılan tartışmaların son bulduğu belirtilir. Önceki kuramcıların aksine metinlerarasını geniş bir alanda değil dar bir alan içerisinde ele almıştır. Genette beş tip metinsel –aşkınlık ilişkisi saptar. İlk olarak, bir metnin başka bir metinde oluşan somut varlığını Metinlerarası olarak saptar. İkinci olarak, Parodi, pastiş ve alaycı dönüştürüm türlerini Ana-Metinsellik olarak açıklar. Okur ve metin arasındaki ilişkilerin kurulmasına katkıda bulunması bakımından ikinci planda kalan metinsel unsurları ise Yan-Metinsellik olarak adlandırır. Yapıtın ait olduğu türü belirtmesi anlamında yapılan, “Roman”, “Anlatı”, “Şiir”, “Dram” gibi belirlemelerin Üst-Metinsellik oluşturduğunu söyler. Metin ötesinin son biçimi olarak, bir metnin sözünü etmiş olduğu bir başka metne zorunlu olarak alıntı yapmadan bağlayan bir yorum ilişkisi olan Yorumsal-üst-metin in açıklamasını yapar.
Tüm bu sınıflandırma ve belirlemelerin sonucunda, metinlerarası ilişkileri açıklayabilmenin olanaksız olmasa da çok kolay olmadığının ortaya çıktığı söylenir.
II. Bölümde Metinlerarası Yöntemler başlığı altında, ilk olarak Ortakbirliktelik İlişkileri incelenir. Alıntı ve Göndergenin açımlanmasına geçilir. Alıntının metinlerarası ilişkinin en belirtgesel biçimi olduğu söylenerek, Jakobson’ın düşünceleri örneklenir. Her yazının bir yapıştırma ve açımlama, alıntı ve yorum olduğu söylenerek, yazmanın hep yeniden yazmak olduğu vurgulanır. Baktin’in “söyleşim” adını vermiş olduğu olguya Compagnon’ın “ilişki” dediği anlatılır. Daha sonra alıntının işlevinin ne olduğu sorusuna, Robert’in, ileri sürülen görüşü desteklemek için ünlü bir kişiden alıntılanan parça tanımlamasına yer verilir. Örnek olarak, Aragon’un yaptığı alıntılar inceleme altına alınır. Gönderge ise, yapıtın başlığını ya da yazarın adını anmak olarak tanımlanır. Alt başlıklardan bir diğeri de gizli alıntıdır. Bir sözcenin ayraçlar ya da italik yazı kullanılmadan, yazarın adı belirtilmeden yapılan alıntı olarak tanımlanır. Gizlice alıntılamanın hukuksal açıdan sorun yaratabileceği konusuna dikkat çekilir. Montaigne’in Denemeler’ine soktuğu alıntılardan dolayı kendisini “aşırmacılık” yapmakla suçladığı söylenir. XVIII. Yüzyıldan önce yazılan metinlerin toplumun ortak malı olarak görülmesine örnek olarak, oyun yazarları Racine ve Corneille’in sıklıkla antik Yunan yazarlarının yapıtlarını istedikleri gibi yeniden yazmaları örnek olarak sunulmuştur. Diğer alt başlık anıştırma için, çağdaş göstergebilimcilerin, sözbilimcilerin karşıtı bir yaklaşımla, alıntının tanımına benzer bir tanımla, onunla ilişkilendirerek, bir yazınsallık ölçütü olarak ele aldıkları söylenir. Bir yeniden yazma işlemi olarak metinlerarasının biçimlerinden biri olduğu söylenir. Anıştırmanın zaman zaman alıntıyla karıştırıldığı üzerinde de durulur. Riffaterre’in deyişiyle anıştırmanın bir “iz” bıraktığı söylenir. Ve anıştırma yarım bir alıntı alarak tanımlanır. Anıştırmanın tanınmış başka bir metni öne çıkarması Maldoror’un Şarkıları’nda, geçen bir bölüm ile örneklenir.
İkinci olarak Türev İlişkileri ele alınır. Bir metni bir başka metne türev ilişkisine göre bağlayan metinlerarası yöntemler, yansılama, parodi, alaycı dönüştürüm ve öykünme olarak saptanır. Genette’in taklit ve yansılama konusunu değerlendirirken Aristoteles’in Poetika’sını başlangıç olarak ele aldığı söylenir. Yansılamanın, ana-metin ile gönderge-metin arasındaki ilişki konu düzeyinde gerçekleşiyorsa ortaya çıktığını söyler. Alaycı dönüştürümü ise, yansılamadan ayırarak, yapıtın konusunu değil, biçimini değiştiren bir ana-metinsellik yöntemi olarak saptar.
Yansılamaya örnek olarak, Molaire’in Tartuffe oyununun bazı sahnelerinde, Corneille’in “Sertorius” adlı oyununda geçen bazı dizeleri yinelediği gösterilir. Le Cid adlı yapıtın yeniden yazılması ise yansılamanın en kalıplaşmış örneği olarak kabul edilir. Yansıtmadan ayrı olarak alaycı dönüştürüm konusu ise, bir yapıtın konusu ve içeriğini değiştirerek, ciddi bir yapıttan gülünç bir yapıt türetmek olarak tanımlanır. Öykünmenin de metnin biçimini ifade ettiği söylenir ancak yeni bir metin oluşturmadığı yalnızca metnin biçemini “taklit” ettiği vurgulanır. En iyi uygulayıcı olarak Marcel Proust gösterilir.
Öykünmenin aynı zamanda iyi bir eleştiri çözümlemesi yapıyor izlenimi doğurduğu da söylenen düşüncelerden biridir. Proust, yazarın öykünme yaparak zamanla kendi dilini ve özgünlüğünü bulacağını düşünür.
Daha sonra, Ana-Metinlerin Ciddi Düzende Dönüşümü alt başlığı altında, biçimsel ve anlamsal değiştirimler (dönüştürümler) incelenir.
XVII. yüzyılda tiyatro oyunlarının büyük bir bölümünün antik yazarlardan esinlenerek yeniden yazıldığı belirtilir. Yapıtlar yeniden yazılarak konularının genişlediğinin ortaya çıktığı saptamasında bulunulmuştur. Gerek biçimsel gerekse de anlamsal olan bu değişimler yeniden yazma konusuna örnek teşkil ederler. Klişe kullanımı da bir yenileme olarak ele alınır. Klişeye yakın bir kullanım olan basmakalıp söz kullanımı da yazarlar tarafından tercih edilen bir yeniden yazma uğraşı olarak nitelenir.
Anlatı içine bir başka anlatı sokulması ise başka bir yöntem olarak göze çarpar. Anlatı içinde anlatı’ nın en iyi örneği olarak, Shakespeare’in Hamlet oyunu gösterilir. Oyun içinde oyun kullanımı oyunda somut bir şekilde yer almaktadır. Oyun kavramı ile ilişkili olan bu kullanım metni zenginleştiren postmodernist bir yapı olarak günümüz oyun yazarları tarafından (Ör/ Tom Stoppard) sıklıkla kullanılır.
III. Bölümde Metinlerarası Anlam, Metinlerarası Okur ve Metinlerarası İmgeler başlığı altındaki konular incele altına alınır. Ele alınan tüm metinlerarası yöntemlerin yazınsal bir metnin artık tekanlamlılık değil çokanlamlılık açısından ortaya çıktığı sonucunu doğurur. Metinlere katılan ayrışık unsurların artık metni yeni anlamlarla donattığı söylenir. Çeşitli romanlardan örneklemeler yapılarak konu açımlanır. Daha sonra, Molaire’in Tartuffe adlı yapıtına sıklıkla yapılan göndermeler ele alınır. Romanların tiyatro eserlerinden yapmış oldukları alıntılar ve göndergeler örneklenir. Zola’nın Tazı Payı adlı romanının Racine’in Phaidra oyununun yeniden yazımı olduğu söylenir ve ayrıntılı çözümlemesi yapılır. Yeniden yazımlar konusunda öne çıkan bir konu ise eserlerin ele alındığı dönemin toplumsal koşullarının göz ardı edilmemesidir. Böylece metinlerarası yöntemler yoluyla ele alınan yapıtların yeni bir gözle yansıtılmış olduğu nitelenir. Daha sonra yolculuk anlatılarına örnekler verilerek konunun örnekleri çeşitlendirilir. Metinlerarası anlatıların işlevleri büyük ölçüde okurun katılımının ölçeğinde anlaşılabilir olduğu tekrar vurgulanır.
Metinlerarası Okur başlığı altında, Jenny’nin metni metinlerarası ilişkiler anlamında okumak için, okurun varlığının gerekli olduğunu savunduğu düşünceler hatırlanır. Önceki bölümlerde ele alının kuramcıların okur konusuna değinmeleri ya da onu göz ardı etmeleri hakkındaki düşünceleri anlatılır. Okurun metinlerarası ilişkileri anlamlandırması konusunda Riffaterre’in “bilgin” okur tanımlamasına değinilerek bunun ancak belirli bir alanda uzmanlaşmış okur sayesinde gerçekleşebileceği savunulur. Daha sonra Riffaterre’in konuyla ilgili örneklendirmelerine geçilir. Edebiyat ve tiyatro alanında oluşan gönderge ve alıntıların okur açısından çözümleme yöntemine değinilir.
Metinlerarası İmgeler başlığı altında, yazarın belli bir plan içerisinde metnine soktuğu ve anlamını bulmak için okurun katılımının gerekli olduğu imgelerin anlamlandırılması konusu ele alınır. Konunun önemli ismi Genette’in “Palempsest”sözcüğü ile belirtmiş olduğu, kullanımının açımlanması yapılır. Eski bir yapının yeni bir yapıya yeni bir işlevle katılması olarak tanımlanan bu metinlerarası kavramın çeşitli yorumlamalarına geçilir. Yüzeyin kazınarak yeni yazıların altında yatan gizli olan yazı katmanlarının açığa çıkarılması işlemi olarak kullanılmasına değinilir. Bu değerlendirmenin postmodern eleştiriye göre ele alınması sonucunda, bir metnin kaynağına ulaşmanın yolunu açan yorumsal süreç başladığı ortaya çıkmıştır. Palempsest yönteminin Duras’ın yapıtlarına uygulanabilirliği saptanır. Örneğin yazarın, Sevgili adlı romanını daha sonra Kuzey Çinli Sevgili adı altında tekrar yazdığı gösterilir.
Kolaj-Brikolaj yöntemi başlığı altında, kolajın plastik sanatlar alanında başlayan serüveni anlatılır. Picasso’nun yapıtları örnek olarak sunulur. Ve kolajın resim dışı unsurları bir araya toplayarak ele aldığı yapıtta bir ayrışıklık yarattığı söylenir. Kolajın bir alıntı işlemi gerçekleştirmiş olduğu sonucu ortaya çıkar. Daha sonra kolaj tekniğinin metin alanına uygulanması ele alınır. Ayrışık parçaların bir bütüne sokulması sonucu, Baktin’in “söyleşim” sürecinin başladığı gözlemlenir. Kolajla bir kesme işlemi gerçekleştirildiği ve daha sonra bir yapıştırma ile tamamlandığı belirtilir. Bu süreç bir alıntı olarak değerlendirilir. Strauss’un Yaban Düşünce adlı çalışmasına konuyu farklı açılardan örneklemek için değinilir. Roland Barthes’ın Göstergeler İmparatorluğu’nda dilsel alıntıları metne nasıl dahil etiği ortaya konur. Yeni romancıların, özellikle Simon ve Butor’un yapıtlarını kolaj yöntemine uygun olarak ele aldıkları söylenerek, yapıtlarından örnekler verilir. Sonuç olarak kolajların, metin-dışı ayrışık unsurları yapıta sokmak için bir yol olduğu vurgulanmıştır.
Yeniden Yazmak konusu ise, ayrışık unsurların, başka metinlere ait olan unsurların bir araya gelmesi ve aralarında uyum sağlanarak yeni bir metin ortaya çıkarılması olarak tanımlanır. Bu konu için Duras’ın Sevgili romanın yeniden yazımı olan Kuzey Çinli Sevgili adlı romanı örnek olarak sunulur. Bu yazım süreci ve tekniği ayrıntılı olarak ele alınır.
Bu bölümün genel bir sonucu olarak, bir metnin, başka metinlere göndergeler yaparak artık eskimiş olduğu sanılan metinlerin yeni anlamlarla donatılarak güncelleştirildiği söylenmektedir.
Çalışmanın sonuç bölümünde Kristeva’nın ortaya attığı “metinlerarası” konusunun kuramcıların yaptığı onlarca açıklamaya rağmen tam olarak sınırlarının çizilemediği belirtilir. Postmodernist eleştiri açısından metinlerarası kavramının değerlendirilmesi ortaya konur. Çalışmada ele alınan düşüncelerin kesin yargılar olarak değil ucu açık birer yorumlama penceresinden değerlendirilmesi gerektiği ortaya konarak kavramların nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda yönlendirmeler yapılır.
Alanındaki en önemli Türkçe yapıt olan “metinlerarası ilişkiler” edebiyat ve sanat ile ilgilenenlerin kütüphanesinde kesinlikle bulunması gereken bir yapıttır.
Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü
Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi
Aydın Belediyesi Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni
Pauline Marie Rosenau - Post-modernizm ve Toplum Bilimleri
Eylül 4, 2024 by Editör
Filed under İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat
“Toplum biliminin başında post-modernizm hayaleti var bugün: Post-modern yaklaşımlar, bazılarının akla yatkın bazılarının abes olduğu söylenebilecek birçok açıdan, anadamar toplum biliminin temelinnde yatan varsayımları ve son otuz yıldaki araştırmalarının ürünlerini sorguluyorlar. Post-modernizmin meydan okumadığı şey yok gibi. Epistemolojik varsayımları reddediyor, metodolojik uzlaşımları çürütüyor, bilgi iddialarına direniyor, hakikatin her türlü versiyonunu bulanıklaştırıyor ve politika önerilerini bir kenara atıyor.” Rosenau’nun eldeki çalışması, toplum bilimlerindeki “post-modern kaynaklı anarşiyi anlamlandırmamıza” yardımcı olabilir.” (Arka Kapak)
Post-modernizm ve Toplum Bilimleri adlı yapıtın önsözünde yazar, amacını, post-modernizmin temel temalarını iletebilmek ve insanların kafa karıştırıcı olarak bulduğu çoğu konunun anlaşılmasını kolaylaştırmak olarak açıklar.
Kitapta çeşitli bölümlemeler şeklinde, post-modernizmin toplum bilimleri üzerindeki etkileri incelenmektedir. Post-modernizme karşı yapılan karşıt düşüncelerin örneklenmesine gidilmiş, yazarın yorumlamaları ve özgünlüğü de çalışmada kendini var etmiştir.
Kitabın bölümlerine geçmeden önce, post-modernizmin temel kavramları sözlük şeklinde verilerek, okuyucunun yapıtta yer alan kavramsal belirlemeleri anlaması sağlanmıştır.
Bunalım, süreklilik ve çeşitlilik olarak belirlenen birinci bölümde yazar, toplum bilimlerinin temel yapısını ve yakın tarihte yapılan araştırmaları inceler. Modernist düşüncenin temel sistematiğine giriş yapıldıktan sonra, post-modernizmin düşünsel öncüllerinden, Nietzsche, Heidegger’den yola çıkılarak, günümüze kadar oluşan süreç özetlenir.
Olumlayıcı ve Şüpheci pos-modernizm alt başlığında, ayrılan özellikler ve uzlaşım noktaları açımlanır.
Yazarın terk edilmesi, metnin dönüştürülmesi ve okurun yeniden yönlendirilmesi adlı bölümde, yazar, metin ve okur arasında var olduğu kabul edilen ilişkinin post-modern bakış açısı ile nasıl görüldüğü incelenmektedir. Post-modern metnin açık ve nesnel bir içeriğinin olmadığı söylenerek, okurlara metnin anlamını tanımlama ve yaratma konusunda olağanüstü bir güç verildiği söylenmektedir. Çok çeşitli alanlarda (gazetecilik, uluslar arası ilişkiler, hukuk, siyaset bilimi) örnekler verilerek, her metnin post-modern bağlamada incelenebilir olduğu saptanmaya çalışılmıştır. Son olarak, post-modern metin ve okurun toplum bilimleri için yarattığı sonuçlar belirtilir.
Geleneksel toplum bilimcilerin metni, yazarın amacını keşfemek için okudukları söylenerek, metni yeniden yazmayı düşünen bir okuma gerçekleştirmedikleri vurgulanır. Ve toplum bilimcilerin genellikle, dil oyunlarını sınırlayan okurun ulaşabileceği olası farklı yorumlamaları baştan kısıtlayan bir metin ürettikleri söylenir. Post-modern okuma tarzının ise, toplumsal analize yeni bir odak oluşturduğu belirtilerek örnekler sunulur.
Metne ilişkin oluşan post-modern görüşlerin, toplum analizi, yaş, cinsiyet gibi değişkenlerden ve buna bağlı olarak tarihsel materyalizm ile Marksist iktisattan uzaklaşmış oldukları söylenmektedir.
Bu bölümde, genel olarak, metin, okur gibi modern kavramların, post-modernlerce yapılan yeni tanımlamaların, toplum bilimlerine doğrudan uygulanabilir oldukları açımlanmıştır.
Öznenin tahribi başlıklı üçüncü bölümde, insan bilimleri alanındaki post-modernistlerin öznenin ölümünden bahsetmelerine değinilerek, bunun sonucunda öznesiz bir post-modern toplum bilimlerinin fena halde kısıtlanmış olduğu vurgulanır. Şüpheci post-modernistlerin, bütünlüklü ve tutarlı bir özneye direndikleri söylenerek, öznenin özgür bir iradeye sahip olmasını sağlayan varsayımları ve öznenin varoluşunu belirleyen felsefi hümanizmi kabul etmedikleri gösterilir.
Toplum bilimlerinin, öznenin ölümünden çok, post-modern bireyin doğuşu ile ilgilendikleri gösterilerek, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, siyaset bilimi ve kadın çalışmalarından örnekler verilir.
Sonuç olarak, öznenin post-modernizmin içerisinde birçok tartışma yarattığı gösterilir. Öznenin ölümü düşüncesinin toplum bilimlerinde, insan bilimleri kadar kabul görmemiş olduğu vurgulanır. Post-modernistlerin modern özneyi reddettikleri ancak öznesiz bir toplum biliminin hayatta kalıp kalmayacağının tartışmalı bir konu olarak kaldığı söylenir.
Dördüncü bölüm, Tarihin Burnunun Sürtülmesi, Zamanın Dönüştürülmesi ve Coğrafyanın (Mekanın) Tahrif Edilmesi başlığını taşır.
Klasik tarihe, çizgisel zamana ve öngörülebilir coğrafya ya da mekana karşı post-modern savların özetlendiği belirtilir. Post-modern bir yaklaşımda, tarihin çok düşük bir statüye sahip olduğu belirtilmektedir. Post-modernistlerin geçmişi bilme konusuna mesafeli yaklaştıkları ortaya konur. Şüpheci bir bakış açısıyla tarihi dün ile yarın arasındaki ‘an’ a yerleştirdikleri gösterilir. Zaman çizgisel bir şekilde değil, çok katmanlı ve hizası bozuk bir yapı olarak ele alınır. Post-modern hiper uzam yaratabilen ve yok edebilen şey olarak açımlanır. Post-modern planlamacılıktan, uluslar arası ilişkilerden, siyasetten, kent politikasından ve coğrafyadan örnekler verilmektedir. Bu bakış açısın da olan post-modernistlerin, toplum bilime bir meydan okumada bulundukları söylenir. Ele aldıkları savların tarihin sonu düşüncesi ile paralellik taşıdıkları üzerinde durulur.
Olumlayıcı post-modernistlerin, zaman, mekan ve tarihin daha baskıcı olarak gördükleri şeyleri dönüştürmek gerektiğine katıldıkları vurgulanır.
Özellikle Foucault’un tarihi post-yapısalcı açıdan ele almasına değinilir. Daha sonra, Jameson ve Derrida’nın düşüncelerine yer verilir. Toplum bilimci olan Giddens’ın post-modernistlerin ortaya koyduğu zaman ve mekan kullanımını yorumlaması ele alınır.
Sonuç olarak, post-modern tarihin zaman ve coğrafya görüşlerinin iç içe geçmiş olduğu belirtilir. Post-modernistlerin aydınlanma düşüncesinden kopmalarının çizgisel zamanının yeniden tanımlanmasıyla olan ilişkisi ortaya çıkar.
Teorinin Teorisi ve Hakikat Terörizmi adlı beşinci bölümde, teori ve hakikat kavramları üzerinde durulur. Post-modern tanımlamalar da teorinin artık masum olmadığı söylenir. Buna bağlı olarak gerçeğin, tarafsızlık ve nesnellik anlamında naif olmaktan çıktığı dile getirilir. Bu bölümde, kadın çalışmaları, sosyoloji, kamu yönetimi, siyaset bilimi ve psikoloji alanlarında, hakikat ve teori hakkındaki post-modern görüşlerin toplum bilimleri için yarattığı sonuçların incelendiği belirtilir.
Şüpheci post-modernistlerin hakikatı reddetmeleri üzerinde durularak Derrida’nın hakikat yoktur, söylemi açımlanır. Daha sonra gerçeklik konusuna radikal bir şekilde yaklaşan, Baudrillard ve Lyotard’ın düşüncelerine yer verilir.
Olumlayıcı düşüncedeki post-modernistlerin ise, hakikatı yeniden tanımladıkları söylenir.
Post-modernistlerin, “büyük” anlatıları, modernliği meşrulaştırmaya çalışan, hakikat, teori ve hegemonya laflarını benimseyen “üst” anlatıları ve bilimsel ve nesnel olma iddiasındaki anlatıları reddettiği üzerinde durulur.
Sonuç olarak, post-modernizmin hakikat ve teoriyi sorgulaması, modern toplum bilimine yönelttiği meydan okumanın boyutlarından sadece birini oluşturduğu söylenir.
Temsilin Reddi başlıklı altıncı bölümde, post-modern temsil anlayışı incelenmektedir. Post-modernistlerin modern temsili reddettikleri belirtilir. Şüpheci post-modernistlerin, temsilin, metodolojik ve tözsel olarak bir sahtekârlık olduğunu düşündükleri örneklenir. Lyotard’ın, en önemli şeyler asla temsil edilemeyeceği düşüncesi açımlanır. Olumlayıcıların da modern temsili kabul etmedikler, ancak epistemolojik temsil imkanını alıkoydukları çünkü onsuz bir şey yapılamayacağını saptamaları gösterilir. Bu bölümde, antropoloji, siyaset bilimi ve sosyolojide, temsilin bunalımına verilen yanıtların gözden geçirildiği söylenmektedir.
Öncelikle, Nietzsche’nin demokratik temsile karşı çıkma noktaları ele alınarak, daha sonra, Heidegger, Wittgenstein, Barthes, Foucault’un post-modern düşünce bağlamında temsilin reddedilmesi çözümlenir.
Temsil ve kamusal alanın çöküşü konusunda, Habermas’ın formüle ettiği biçim incelenir. Burada, bütün yurttaşların kamusal alana katılmaları ve temsil edilmelerinin şart olmadığı söylenir. Şart olanın kamuyu ilgilendiren konularda, ilgilenen herkesin genel bir konuşmaya katılabilmesi, bir konu hakkında mümkün olduğunca çok görüşün halkın önüne çıkarılabilmesi ve akıl yürütme kurallarının bilinçli olarak uygulanması olduğu belirtilir.
Habermas’a göre, yasama kurumları, propagandaların sunulması için platform yaratan tiyatrolara dönüşmüştür.
Bazı olumlayıcı post-modernistlere yakın olan Neo-Marksistlerin, öznelerarası iletişimin hala mümkün olduğu özerk kamusal alanlar yaratılması çağrısında bulundukları söylenir.
Yedinci bölümde, Epistemoloji ve Metodoloji: Post-modern Alternatifler başlığı altında, bu kavramlara ilişkin post-modern görüşler ele alınmakta ve post-modern yapıbozum ve sezgisel yorum yöntemleri betimlenmektedir. Bu bölümde hem şüphecilerin hem de olumlayıcıların, modern toplum biliminin, nesnellik, nedensellik, materyalist bir gerçeklik ve evrensel araştırma kurallarından yana olan versiyonlarına meydan okudukları belirtilir.
Bu bölümde, yapıbozumcu yöntemin temel ilke ve stratejileri ele alınarak, post-modernistlerin buna karşı getirdikleri eleştirilerine (Lyotard) yer verilir.
Sonuç olarak, modern toplum bilimin sunduğu analizin sınırlı kapsamda olduğu, getirdiği kanıtlar ve araştırma sonuçlarını değerlendirmek için getirdiği ölçütlerin çok dar olduğu söylenir. Basitleştirilmeyi gerektirir.
Buna karşın post-modernistlerin, başkalarını, kendi görüşlerinin en iyi, en doğru, görüş olduğu konusuna pek değinmedikleri ortaya serilir. Post-modernist toplum biliminin sorunu, istediğiniz her şeyi söyleyebilmeniz ve bunu yapma özgürlüğünün herkesinde yapabilmesidir.
Post-modern Siyasi Yönelimler ve Toplum Bilimi başlığı içerisinde, şüpheci ve olumlayıcı post-modernistlerin siyasi yönelimleri ve toplum bilimlerinin beklentileri açısından oluşan sonuçları tartışılır.
Şüphecilerin genel olarak toplumun değiştirilmesi konusunda kötümser oldukları vurgulanır. Siyasete katılmamanın post-modern çağda en devrimci tutum olarak niteleyen bazı isimler de örnek olarak sunulur.
Olumlayıcı post-modernistlerin ise, siyasi açıdan daha iyimser oldukları söylenir. Yeni oluşumları ve toplumsal hareketleri destekledikleri belirtilir. Ancak bazılarının sınırlı bir alanda olan ekoloji ve barış konularını destekledikleri ifade edilir.
Yapılan belirlemelerden sonra sonuç olarak, post-modernizmin her türlü siyasi yönelime uyabilecek kadar soyut ve bulanık bir şey olduğunun ortaya çıktığı saptamasında bulunulur.
Genel bir değerlendirmenin öğeleri başlığı altında önceki bölümlerde ele alınan konulara değinilerek okuyucuya yönelik bir değerlendirme yapılır.
Olumlayıcı post-modernistlerin düşünsel tutarlılık ve bağıntılılık arasında zor bir seçim yapmak durumunda oldukları belirtiliyor. Buna bağlı olarak, toplum bilimlerine yönelik post-modern yaklaşımın geleceği değerlendirilmektedir.
Post-modernizm ve toplum bilimleri adlı bu yapıt, post-modernizm alanında ortaya atılan düşüncelerin, sosyoloji, psikoloji, kamusal yaşam, siyaset, uluslararası ilişkiler, hukuk gibi alanlar ile olan ilişkisinin ayrıntılarını göstermesi bakımından önemli bir kaynak çalışma olarak nitelendirilmektedir.
Post-modernizm ve Toplum Bilimleri / Pauline Marie Rosenau / Çev: Tuncay Birkan / Bilim Sanat Yayınları / 2024 / 311 sayfa
SDÜ Güzel Sanatlar Enstitüsü Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi
Osmanlı İmparatorluğu’nun Görülmeye Değer Sikkelerinin Yolculuğu Devam Ediyor!
Mart 31, 2024 by Editör
Filed under Araştırma Kitapları, İnceleme Kitapları, Duyurular, Kitabiyat, Sanat, Tarihsel Kitaplar
Dr. Atom Damalı, Osmanlı Sikkeleri Tarihi adlı kitabının 3. Cildi’nde, her Sultan’a ait erişebildiği tüm sikkeleri tanımlamaya çalışıyor, kullanılan örnekleri metal, darp yeri ve tarih bazında alt gruplara ayırıyor.
Nilüfer Damalı Eğitim Vakfı’nın büyük projesi Osmanlı Sikkeleri Tarihi’nin 3. Cildi’nde, her Sultan’a ait erişilebilen sikkeleri; farklı yazım tarzları, aynı yazının yerleşim farklılıkları ve belirli süslemelerin var olup olmaması gibi değişiklikleri konu almıştır. Damalı, bu farklılıkları yazı ile açıklamamasına rağmen, 3. Cilt’te bulunan kapsamlı ve renkli resimler, sikke tiplerindeki farklılıkları kolayca seçebilme olanağı sağlamaktadır.
Bu cilt en çok koleksiyonerler, müze yetkilileri ve sikke satıcıları tarafından, okumakta güçlük çektikleri yazıları veya kötü durumda olan sikkeleri tanımlayabilme konusunda kullanılacaktır. Ayrıca Damalı bu ciltte tüm standart yayınlardan ve birçok özel koleksiyondan örnekler kullanmıştır. Mümkün olan her yerde sikke ağırlığı ve çapı gibi açıklamalar da yer vermiştir. Bu sebeple birçok koleksiyoncunun elinde bulunan paraları gözden geçirerek, Damalı’nın listelemediği sikke çeşitlerini bulmaya çalışmasında yararlı olacaktır.
Damalı’nın bu eseri, sanat tarihçilerinin Osmanlı paralarında kullanılan kaligrafilerin uğradığı değişimleri sistematik bir şekilde inceleyebilmelerini sağlamaktadır. Örneğin, Osmanlı tuğrasının sikkelerdeki kullanım şekillerinden, geniş yazının bir parçası olduğu, tek başına kullanıldığı veya süslü tasarımlarla çevrili olduğu dönemleri ayırt edebilmelerini sağlayacaktır.
1. Cilt’te, Osmanlı İmparatorluğu’nun sırasıyla ilk dokuz padişahının sikkelerine yer verilirken, 2. Cilt, Kanuni Sultan Süleyman döneminde genişleyen imparatorluk sınırlarının içinde basılan sikkelere ayrılıyordu.
Nilüfer Damalı Eğitim Vakfı
Nilüfer Damalı Vakfı ülkemizde eğitim, çevre ve kültürel alanda yaşanan sorunların çözümüne, imkanları dahilinde yardımcı olmak amacıyla 1996’da kuruldu. Nilüfer Damalı Vakfı, genç insanların eğitimine katkıda bulunmak, çevre koruma ve güzelleştirme bilincinin yerleşmesini sağlamak, kültürel ve sanatsal değerlerimizin tanıtımını gerçekleştirmek ve bu değerleri günlük hayatımızın birer parçası haline getirmek amacıyla hizmetlerine devam etmektedir.
SanatLog Haber
Geçmişin Belirsizliği
Şubat 2, 2024 by Editör
Filed under Araştırma Kitapları, İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat
Tarih kitapları olayları anlatır. Bir biçimde, olaylar arasında bağlantılar kurarlar. Bizi de bu bağlantıları görmeye zorlarlar. Tarihçiler, geçmişi geleceğe aktarırken, genellikle ya devlet arşivlerini, ya da gazetleri kullanırlar. Yorumlar ise bazı temel kavramlar üzerine döner. Günümüz tarihyazımında ise, ulusal kimlikler bir hayli fazla yer etmektedir. Ancak, yazılmış şeyler üzerine yorumlanan geçmiş, ne kadar tutarlı ve doğru bir geçmiştir? Özellikle konu ulusal kimlikler olunca, eylem aktörlerinin, yani insanların, ne gibi güdülerle hareket ettiğini kim söyleyebilir ki? Eylemlerin ve kavramların anlamlarının ne olduğu ise başka bir çetrefilli sorundur. Ben bu yazıda, ulus için Benedict Anderson’un söylediklerini ve karşı kutbunda yer alan, Anderson’un kozmopolit aydınlar dediği, postmodern düşünürlerin düşüncelerini ortaya koyup, anlamlı birkaç örnekle, her tarih anlatısının tahrip demek olduğunu iddia edeceğim. Temel düşüncem şudur ki, “öteki” ve “biz” zıtlığı üzerine kurulu tüm anlatılar, zaruri olarak, gerçeğe hasar verir ve metinlerarası tüm ilişkiler zıtlıklar üzerine kurulu olduğu için, taraflardan bağımsız olarak, hasar kaçınılmazdır. Geçmiş ise her zaman belirsizdir.
Benedict Anderson ulusların hayal edilmiş bir cemaat olduğunu yazar. Ancak bu hayal edilmişlik “uydurma” veya “sahici olmayan” anlamlarını içermez (21). “Hayali cemaat”, birbirini hiç görmeyen, tanımayan insanların bazı özel alanlarda birbirleri ile bağlarının varlığını hissetmeleri durumudur. Anderson özellikle homojen ve içiboş bir eşzamanlılık kavramının ortaya çıkması ile, birbirlerini hiç tanımayan insanlar arasındaki bağı açıklar. Matbaanın ortaya çıkışı ve ardından gazetlerin yaygınlaşması bu eşzamanlılığı ortaya çıkaran şeydir. Örneğin herhangi bir gazetedeki üç bağımsız olayın, aynı sayfada bulunuyor olması, bu haberleri, homojen içiboş bir zaman tassavuruna bağlı kılar (50). Okuyucu aynı anda başkalarının da bu haberleri okuduğunu bilir.
Yeni bir zaman tassavuru tarih ile de yakından ilişkilidir. Gazetelerin ve kitapların olanca hızıyla yayıldığı dönemde, yeni bir tarihin (tarihlerin) de yazılması kaçınılmaz olur. Bir yandan, matbaa sektörünün yayılabilmek için dili tekleştirme itkisi, diğer yandan da içi boş ve homojen zaman tasavvuru, çoğunluk haline gelen dillerin konuşucuları için, ortak bir geçmişi “hayal” etmeyi mümkün kılar. Anderson’a göre bu ortak geçmiş, nefret ile değil sevgi ve dayanışma ile örülüdür. Bu bulgusunu açımlarken “ilerici kozmopolit aydınlar” dediği bir gruba nazire edercesine şunları yazar:
“İlerici, kozmopolit aydınların (özellikle Avrupa’da mı acaba?) milliyetçiliği nerdeyse patolojik olan doğasını, köklerinin Öteki karşısındaki korku ve öfkede yattığını, ırkçılıkla akrabalığını vurguladıkları bir dönemde, ulusların bir sevgiyi, sık sık da ok fedakar bri sevgiyi esinlediklerini hatırlamak yararlı olur. Milliyetçiliğin kültürel ürünleri – şiir, düzyazı, müzik, görsel sanatlar – bu sevgiyi binlerce farklı biçimle açıça ifade ediyorlar.” (159)
Anderson’un açıkça karşısında konumlandığı iki felsefik paradigma var. Birincisi Levinas ve Derrida, ikincisini ise Lacan ve Badiou olarak yorumlayabiliriz. Derrida’nın “Öteki”’si ile, Lacan’ın “Gerçek” kavramları, ulusların eylemlerindeki nefretin patolojik olmalarını açıklarlar. Anderson’un uzak durduğu alan tam olarak “eylem” ve “metin” veyahut “işlev” ve “metin” arasındaki uçurumun göz ardı edilmesinde yatar. Gazetelerin eşzamanlılığı sağladığını gösterirken, gazeteleri sadece bir medium olarak ele alır, içeriklerinden bahsetmez. Aynı şekilde şiir, düzyazı gibi kültürel ürünlerin içeriklerinden bahsettiğinde de, bu ürünlerin nasıl ortamlarda dile geldiğini hesaba katmaz. Örneğin onuncu yıl marşı sözleri itibari ile başarıya, yardımlaşmaya ve birlikteliğe vurgu yapar; ancak Ahmet Kaya’yı kovalarken söylenir. Radikal gazetesinin 20 ocak 2024’deki haberleri eşzamanlılığı gerçeklese de, eşzamanlılıktan öte bir “süzgeç” ile yanyana gelir.
Derrida’ya göre dominant bir kültürde pozisyonlandığımızda, kendimizi, tarihsel olarak mutlak Öteki olarak inşa ettiğimiz yabancılar üzerinden tekrar tekrar yeniden yapılandırırız (Carlson 259). Lacan ise Öteki’ni “gerçek”te olmayan bir bütünlük olarak ifade eder. “Algı ‘Öteki’nin konumlandığı, bilinç ise ‘ben’ kelimesinin kurulduğu yerdir” (Lacan 45). İlkinde “şey” Öteki’nde toplanırken, ikincisinde “gerçek”tedir. Derrida tüm gerçekliğimizi Öteki üzerinden yorumlar, Lacan ise “gerçeğ”i algılayış biçimimizde. Fakat tüm bu nüanslara rağmen, her ikisi de, kendimizi Öteki üzerinden tanımladığımız konusunda birleşirler.
Hayali cemaatler anlayışının es geçtiği, öteki üzerinden kurgulanan “biz” algısı, tarihyazımlarında da yer bulamaz. Gerek resmi tarih yazımı olsun, gerekse de radikal tarih yazımları, “ulusal kimliğin inşası” konulu hemen tüm metinler, “biz” kimliğinin metinlerarası okumalarını gerçekleştirirler. Mesela, Reşat Kasaba ve Sibel Bozdoğan’ın derlediği, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik kitabındaki tüm makalelerde, ulusal kimlik belirli politikalar ile oluşturululur. Bu politikalar, modernleşmeyi getiren aktörlerin bilinçli bir biçimde kurguladıkları, ideolojik aygıtlar ile yürürlüğe soktukları, mimari ile sembolleştirdikleri ve ekonomik kararlarla destekledikleri uzun boylu prejeler gibi aktarılmaktayken, bu planların kendilerini “biz” içerisinde gören bireyler tarafından nasıl algılandığı ve eylemlerin ne yönde olduğu ise dışarıda bırakılmaktadır. Bu dışarıda bırakma sürecinin kendisi, ulusal kimliğin tarihyazımını oluşturur.
Öteki meselesi belki de en iyi 1889 Paris Evrensel Sergisinde algılanabilir. Serginin önemi, yaklaşık olarak otuz iki buçuk milyon ziyaretçisinin olmasıdır (Palermo 285). Bu sergide, Fransa’nın tüm kolonilerinden insanlar getirilip, Eyfel Kulesinin dibindeki ana mekanda, canlı olarak gösterime sunulmuştur. Aralarında okyanuslar olan tüm kültürlerin, tek bir yerde toplanışı, mutlak bir öteki algısında önemli bir rol oynar. Ayrıca kolonilerden getirilen kültürlerin şehir mimarisindeki gelişmeleri ile sıralanması, kültürler arasında bir hiyerarşi oluşturur. Fransızlar ise bu hiyerarşinin en tepesinde var olurlar.
Şekil 1. L’exposition Universelle de Paris.
Yukarıdaki resimden izlenebileceği gibi, Fransızlar Eyfel Kulesi’nin tavanındaki mutlak “gözlemleyici”dir. En soldaki tavanı düşük barakalarda siyahlar, sağa doğru ise Kuzey Afrika ve Asya sergileri sıralanmıştır. Serginin çıkışında ise Fransa Savaş Bakanlığı yer alır (294). Palermo’ya göre, Edward Said’in gözleyen-gözlemlenen ikilisinin büyük çapta vuku bulduğu belki de ilk organizasyon budur (292). Kendini Fransız olarak adlandıran vatandaşlar, Fransız’ın içini, burada “gösterime sunulmuş olmayan” olarak doldurur. Fransız’ın ilk tanımı kendini bu şekilde gösterir: Öteki olmayan.
Tarihyazımında böylesi bir sergi, tam olarak Anderson’un da yorumlayacağı gibi, “biz” olarak ifade edilenin, sergiyi düzenleyenler tarafından inşası olarak görülür. Halbuki inşanın kendisi, “biz” olanın algısında başlar. Algıda birey, kendi dışında olarak kabul ettiği her şeyi ve herkesi, bir bütün olarak görür, ve tek tek hepsinin özelliklerinin tersi olarak kendini hayal eder. Kendinde gördüğü tüm kötülükleri, algıdaki “öteki” üzerine yansıtıp, bilincindeki “biz” kavramını bu yansıma üzerine kurgular. Bireylerin, Ötekini bir ayna gibi kullanması, Ötekine göre kendini konumlandırması ve eyleme geçişi, tarih yazımında yer bulmaz.
Tarihyazımlarında yer alan, homojen olan zamanda, “biz”in tepkileridir. Olay örgüsü, karşılaşılan şeylere tepkiler olarak kurulur. Fakat bu eşzamanda, Öteki’nin tepkisi yoktur. Öteki sadece yapar. Ulusal kimlik ise buna tepki verir. Yine Ahmet Kaya’nın magazinciler derneği gecesindeki yaşananların anlatılaşmasını örnek verebiliriz. Star yazarı Kudret Köseoğlu, Ahmet Kaya’nın ölüme nasıl gittiğini anlatırken şöyle başlıyor söze:
“10 Şubat 1999’daki MGD gecesini herkes hatırlıyor… Ahmet Kaya o gün ödülünü alırken “Önümüzdeki kasetimde Kürt asıllı olduğum için Kürtçe bir şarkı söyleyeceğim ve Kürtçe bir klip yapacağım” demişti…Ve bu söz üzerine salonda bir linç atmosferi doğmuştu” (http://www.birikimhaber.com/Haber/Gundem/15022010/Ahmet-Kaya-adim-adim-olume-nasil-gitti-.html)
Geceyi anlatırken, yazar Ahmet Kaya için “demişti” diyor, bu söz sonrasında ise bir linç atmosferinin oluştuğunu söylüyor. Olayın yakın tarihine bakarsak ise, olayın ertesinde medyanın, olayı nasıl manşete taşıdığını görebiliriz. Hürriyet gazetesi “Ahmet Kaya yuhalandı” diye manşet atmış. Ama yuhalayanlar kim belli değil. Yuhalamanın kendisi zaten, birinin eylemi üzerine yapılan bir tepkidir. Posta’da ise Ayhan Kimsesizcan imzalı haber başlığı ‘Kaya şov yaptı, ortalık karıştı’ şeklinde. 14 Şubat 1999 Hürriyet’in manşeti: “Ayıp ettin ‘gözüm’ ”. Yine edimleyen, Öteki olmuş. 20 Temmuz 1999’da Hürriyet “Vay Şerefsiz” diye manşet atmış, altbaşlağında Ötekinin hakaret ettiğini yazmış. Sabah gazetesi “Kaya yine kin ve küfür kustu” diye haber yapmış. 14 Şubat 1999’da Ertuğrul Özkök, Ahmet Kaya’nın densizlik yaptığını söylemiş. (Tüm haber manşetleri şurdan alınmıştır: http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/hayat-karartan-mansetler.html?position=6) Örnekler çoğaltılabilir. Fakat tüm örneklerin ortak noktası, anlatının Ötekini edimleyen, “biz” denilenin tepki veren olarak kurgulamasıdır.
İlginç olan, bugünün gazetelerinin de yine böylesi bir anlatı şeması kurmasıdır. Değişen, taraflardır. Ntvmsnbc, birilerinin hayat kararttığını söyler. O birileri bütün bir Ötekidir. Gazateciler derneği akşamında yaşananlar, tarihe geçerken, bahsi geçen Öteki ve “biz” zıtlığı üzerinden yazılır. Dışarıda bırakılan yegane şey ise, heterojen olan bireysel yaklaşımlardır. Zıtlık bu heterojenliği tahrip eder, ve “biz” ile Öteki arasında, edimleyen ve tepki gösterenlerin başından geçenleri anlatılaştırır.
Sonuçta, ulusal kimliğin anlatısı kabul edilebilecek tüm tarihsel metinler, gerek gazete, gerekse de kitaplar, zıtlıklar üzerine kurulu bir anlatıdan ibarettir. Tarafların kim olduğu önemli değildir. Hem “biz” hem de Öteki, tahrip edilerek (farklılıklarından arındırılıp, bütünleştirilerek), geleceğe aktarılır. Bütünleştirme sırasında dışarıda bırakılan farklılıklar, ve zıtlıklar inşa edilirken farklılaştırılan benzerlikler, tarihyazımının tahrip ettikleridir.
Kaynaklar
Anderson, Benedict. Hayali Cemaatler, Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması. Çev. İskender Savaşır. İstanbul: Metis Yayınları, 2024.
Carlson, Dennis. “The Border Crossed Us: Education, Hospitality Politics, and the Social Construction of the ‘Illegal Immigrant’”. Educational Theory. 59.3 (2009) 259-77.
Lacan, Jacques. “Of the Network of the Signifiers.” The Unconscious and Repetition. İstanbul: CULT 525 Ders Notları, 2024.
Palermo, Lynn. “Identity Under Construction, Representing the Colonies at the Paris: Exposition Universelle of 1889” The Color of Liberty: Histories of Race in France. Londra: Duke Üniversitesi Yayınları, 2024 285-301.
Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba, der. Rethinking Modernity and National Identity in Turkey. Washington: Washington Üniversitesi Yayınları, 1997.
eminsaydut@sanatlog.com