Sinema Alanında Telif Hakları Konusunda Önemli Bir Adım

Ocak 21, 2024 by  
Filed under Duyurular, Sanat, Sinema, Türk Sineması

Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Meslek Birliği (SETEM), imzaladığı ikili anlaşmalar çerçevesinde İsviçre kurumu Suissimage vasıtasıyla, Türk filmlerine tahakkuk eden telif bedellerini tahsil etti.

2012 yılı için İsviçre Televizyon kanallarında gösterilen filmlerinden doğan telif hakları, “Takva” filminin yönetmeni Özer Kızıltan’a, senaristi Önder Çakar’a ve “İklimler ve Üç Maymun” filmlerinin yönetmen ve senaristi Nuri Bilge Ceylan’a SETEM tarafından ödenecek.

SETEM Başkanı Mehmet Güleryüz konu ile ilgili yaptığı açıklamada; “Ülkemizde Fikri Mülkiyet yasasının yeniden güncellenerek çıkmasının beklendiği şu günlerde, bu uluslararası gelişmeyi, sinema alanında telif haklarının tahsil edilebilmesi için önemli bir adım olarak görüyorum. Henüz hak ettiğimiz tahsilâtları yapamamakla birlikte, arkadaşlarımıza telefonda bu müjdeli gelişmeyi anlatırken aldığım yanıt; eserlerinin gösteriminden doğan Telif Haklarının kendilerine ödenmesini GÜZEL BİR DUYGU olarak ifade ettiler. Ben de bu “güzel duyguyu” tüm sinema sanatçılarımızın hak ettiğine inanıyorum. Ülkemizde sinema alanında ilk telif bedelini yine Suissimage aracılığıyla tahsil eden Meslek Birliğimiz SETEM, Nuri Bilge Ceylan’a ödemişti ve biz o zaman da bu gelişmeyi kamuoyuna duyurmuştuk.” dedi.

1 Film 3 Analiz: The Hurt Locker (2. Analiz – Hakan Bilge)

“Ölümcül Tuzak” ya da Hollywoodvari Tuzak

“Hollywood’un satamayacağı bir film yoktur.”

(Paul Rotha) *

Bu yazıda The Hurt Locker’dan (2008, Ölümcül Tuzak) hareketle Hollywood’un propaganda araçlarının satıraralarını okumaya çalışacağız.

The Hurt Locker’da yakın-plan’da (close-up) görünen bir Iraklı var mı? ‘Öteki’ olmadan, koşulsuz kabul edilen bir canlı organizma? Ama bu bile yeni bir düşünce sayılmaz. Klasik dönem Amerikan sinemasından propagandist iki örnek: Henry Hathaway’in The House on 92nd Street’inde (1945, 92. Caddedeki Ev) Amerikan ajanı Bill Dietrich (William Eythe) hayatını tehlikeye atarak Nazilere karşı mücadele eder. Kimlik değiştirir, Almanya’da eğitim görür, ajanlığın kitabını yazar. İkinci Savaş döneminden bir casusluk serüveni. Samuel Fuller’ın Pickup on South Street’inde (1953, Güney Caddesindeki Pikap) McCoy (Richard Widmark) ve Candy’i (Jean Peters) aynı ulvi menfaat biraraya getirir: Sovyet komünist tehlikesine karşı mücadele. Soğuk Savaş (Cold War) döneminden gizil bir propaganda filmi. Yakın dönemden iki örnek: Sinema araçlarını oyuncak gibi alıp kullanan muhafazakâr Steven Spielberg’in Saving Private Ryan’ında (1998, Er Ryan’ı Kurtarmak) ağır çekim’de (slow motion) kolunu bacağını yitiren Amerikan askeri; Munich’te (2005, Münih) yine “ağır çekim”de ölen İsrailliler filan. Amerikalı ön safta onuruyla ölmüştür hep; cow-boy’uyla, sheriff’iyle, silahşörüyle, ajanıyla, rozetlisi ve takım elbiselisiyle.

Sinemasal bir gezinti

Amerika Birleşik Devletleri için Vietnam kelimenin en basit anlamıyla bir çamurlu bataklıktı. Gerilla savaşı yürüten çekik gözlüler Amerikan ordusunu ciddi kayıplara uğratmıştı. Bununla birlikte Amerikan ordusu çoluk çocuk, genç yaşlı ayırt etmeden önüne ne gelir ve kim çıkarsa yüksek kalibre silahlarıyla, napalm’leriyle yerle bir ediyordu. Mezkûr savaş çılgınlığı, hastalıklı bünye, Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket’ında (1987), Michael Cimino’nun The Deer Hunter’ında (1978, Avcı), Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now’ında (1979, Kıyamet), Oliver Stone’un Platoon’ında (1986, Müfreze); kent vebası anlamında da Martin Scorsese’nin Taxi Driver’ında (1976, Taksi Şoförü) işlenmişti. Şimdi Irak ve Ortadoğu söz konusu. Ama Vietnam Sendromu salt filmlerle değil, rock sound’larıyla, 68 hareketi ve çiçek çocuklarla, Jean Genet, Jean-Paul Sartre gibi düşünür ve yazarlar eliyle hemen her ortam ve ülkede defaatle protesto edilmiş ise de; şu haliyle Irak için aynısını söylemek çok zor. Vietnam’da olan-bitenin salt bir katliam, insan ırkına yöneltilmiş ve yeni silahların denendiği bir deney ortamı gözüyle bakabilen dünya halklarının; Irak veya Afganistan için aynı vizyonu koruduğu iddia edilebilir mi? Bunun yanıtını vermek kolay, evet; ama fazla uzağa gitmeye de gerek yok. Kathryn Bigelow’un The Hurt Locker’ı tastamam özetliyor meseleyi.

Sendrom sözcüğü katliam coğrafyası Vietnam cangılındaki Amerikan askeri için bizatihi biçilmiş kaftandı. The Hurt Locker’da cadde aralarında, çatılarda, tehlikeli ve meşum sokaklarda bomba arayan Özel Timler kafası tıraşlanıp Irak’a zorla götürüldükleri için mi önem arz ediyorlar? Her Iraklının, yoldan geçen bir çocuğun, sarıklı ve de şalvarlı ihtiyar amcanın, işportacı bir adamın ve dahi bilcümle Müslüman Arap’ın potansiyel suçlu, dahası hem suçlu hem güçlü olduğu bir uzamda sinemanın realitesinden bahsedilebilir mi? Ülkesine petrol için zorla girdiğiniz, bebelerini öldürdüğünüz, açlıktan ve de ilaçsızlıktan ölüme terk eylediğiniz bir coğrafyada hangi ulvi menfaatler adına terör estirip jandarmalık yapıyorsunuz? The Hurt Locker’ın bu bağlamda savaş karşıtı olduğu ya da savaşa objektif bir vizyonla yaklaştığı söylenebilir mi? Hadi canım, şaka mı yapıyorsunuz! The Hurt Locker, Strange Days’de (1995, Tuhaf Günler) Amerika’yı kutsayan, cinsiyet ayrımcısı bir yönetmenin filmidir. Artık yeni ideolojik bir özelliği daha var; Amerika’nın kıçını yalamak!

‘Öteki’ler

Amerika her daim ‘öteki’ yaratmayı becermiş bir süper-devlet. Naziler üzerine propaganda yapıtları çektiriyor, Japonlara atom bombası hediye ediyorsa da filmlerinde bu gerçeği sürekli bastırıyor, Sovyet komünistlerini tukaka ilan ediyor; Çinliyi, Kuzey Koreliyi, Afganlıyı, Vietnamlıyı, İranlıyı, Iraklıyı eziyor, yokediyor, dışlıyor, ötekileştiriyor. Amerika için düşman veya ‘öteki’ sürekli değişse de ortak amaç ve hedef baki kalıyor. Kim ya da ne olduğu önemli değil; ‘öteki’ni aynada görmektense aynayı yerle bir ediyor. Fiziksel sınırları olmayan, coğrafyasından binlerce kilometre uzaklıktaki ülkelere girip çıkıyor. Şu: Amerika düşmanı en çok ülkedir artık. ‘Öteki’ icat etmekte hep bir adım önde yürüyor. ‘Öteki’ni değiştirip biçimlendirirken Coca-Cola’sını ihraç ediyor. Fast Food’unu açıkgönüllülükle armağan ediyor. Filmlerini pazarlıyor. Özgürlükçülüğünü ilan ediyor. Bu bağlamda The Hurt Locker’da da James Cameron’ın Avatar’ında da (2009) yine düşman-ötekilerin karşımızda belirmesi tesadüf değil. Sinema ve dolayısıyla Hollywood Dream Factory halen ikili karşıtlığın çocuk bahçesi olarak dominant devingenliğini ortaya koyuyor. Avatar’daki büyük kurtarıcı mitosu The Hurt Locker’da yerini “ilahi adalet”in (Bush’un kulakları çınlasın!) tecellisi için sokakları ve dolayısıyla bu sokaklarda devinen Iraklıların korunması amacıyla hayatını tehlikeye atan Amerikan askeri tipolojisine bırakıyor. Aslında amaç özgürlüğü inşa etmek. İlahi adalet aşağı yukarı budur. Militer/totalitarist dayatma, iktidar aygıtı, yayılmacı (kolonyalizm) kan emicilik filan şöyle dursun; öldürmek kaçınılmaz olabilir. Eğer ilahi adaleti sağlamak istiyorsanız mutlaka önünüze çıkan böcekleri ezmek zorundasınız. “Bakın!” diyor The Hurt Locker; “Sizin için, adalet için, teröristlerin temizlenmesi için Amerikan askeri hayatı ile kumar oynuyor. Oysaki onun da bekleyen bir karısı, bir çocuğu var. Ailesinden kilometrelerce uzakta düşman avlıyor. Bakın, Amerikan askeri özgürlük için ölüyor!” Katil, terörist ve insan avcısı Iraklı öteki olduğuna göre Amerikan askeri de kahraman oluyor haliyle. “Düşman” var ise “kahraman” da olmalı. “Kötü” olduğuna göre mutlaka bir de “iyi” olmalı… “The Hurt Locker’da yakın-plan’da (close-up) görünen bir Iraklı var mı? “Öteki” olmadan, koşulsuz kabul edilen bir canlı organizma?” demiştik yukarıda. İşte bu noktaya geliyoruz. The Hurt Locker’da öykü boyunca hep Beyaz Adam var. Olan-biten Beyaz Adam’ın vizöründen kurgulanıyor. Beyaz Adam’ın dışında kalanlar anormal ve cehennemî boyutuyla Irak ve onun içinde devinen ‘öteki’dir.

Savaş çığırtkanlığı & insan trajedisi

Savaş çığırtkanlığı ideolojik temellidir, malum. The Hurt Locker nereye konumlanıyor peki? Kaotik uzamı görünüşü kurtarmak için her şeyden önce. Perdedeki Iraklıyı avlarken, yönetmen de ideolojik-kamerasıyla seyirciyi avlayabilmelidir! Öyleyse yöntem belli: Özdeşleşim politikası Beyaz Adam’ın yürüyüşü, konuşması, düşünüş tarzı, eylemselliği üzerine kurgulanmalı. Acı çeken Amerikalı askeri görmeli, hissetmeli seyirci. Kaderini paylaşabilmeli. Sonra Oscar’lar yağar başınızın üzerine; ödüllendirilirsiniz, Amerikan askerinin trajedisine odaklandığınız için. Ama Iraklının kaderi kimsenin umurunda değildir. Doğrusu savaş Irak’ta neden vardır, bu soruyu sormak kimselerin aklına bile gelmez. The Hurt Locker da bu çizgiyi takip eden bir propaganda filmidir. Siz basında ve elektronik medyada savaş karşıtı filan olduğunu okudunuz; evet, ama filmlerin paketlenip pazarlanabilmesi için bunlar ideolojik-ekonomik önkoşuldur. Dokümanter anlatım stiline yakın durduğu, tarafsız olmaya çalıştığı yazılıp çizildi. “Bağımsız” bir film olduğu belirtildi. Ve daha bir sürü şey. Ama The Hurt Locker’da Iraklı yoktur; Amerikan ideolojisinin görme biçimine göre kurgulanmış bir Öteki-Iraklı vardır. Dolayısıyla özdeşleşim politikaları da bu nedenle Beyaz Adam’ın vizörüne göre ayarlanmıştır.

The Hurt Locker’ı savaş karşıtı bir film olarak değerlendirebilmek mümkün mü? Bunu belgeselci biçemin doğrudan baz alınmasına dayalı olarak gözlemci anlatımına bağlamak da olanaksızdır. Gözlemci vizyon, savaşı salt bir olgu olarak deneyimlemekle eşanlamlı; fakat The Hurt Locker tarafsız değil, bilakis Beyaz Adam’ın gözünü ödünç aldığı için taraflıdır. Oysa savaşa sosyolojik bir olgu, psikolojik bir felaket, ekonomik bir yıkım olarak bakacaksanız, -tarafsız olmasanız da- (ki ezilenin ya da sömürülenin yanında saf tutmak kimi kez taraflı olmayı da beraberinde getirecektir doğal olarak) dürüst olmanız gerekir. Nereye baktığınızın önemi büyük; çünkü dürüstlük bunu gerektirir. The Hurt Locker nereye bakıyor? Hazır filmsel reçetesiyle doğrudan Amerikan askerinin gözlerinin içine bakıyor. Öte yandan, savaşın anlamsallığı/nedenselliği problematiği söz konusu. Amerika niçin orada? Niçin Özel Tim’ler etrafta dolaşıyor? Bombalar niçin patlıyor? İnsanlar hangi sebepten ölüyor? Emperyalizm nedir? Bu soruları yanıtlamadan veya görmezden gelerek savaşa salt bir olgu olarak bakamazsınız. The Hurt Locker -ki artık ona Amerikan ideasının microcosmos’u demekten başka bir çare yok- bütün bu soruları es geçtiği içindir ki savaş karşıtı bir film değildir. Aldığı Oscar’ları da sonuna dek hak etmektedir; çünkü perdede acı çeken, özgürlük için canlarını feda eden zavallı Amerikan askerleri salınmaktadır.

Sonuç

1) Hollywood’daki zenci açılımı şimdilerde kadın yönetmen açılımıyla devam edeceğe benziyor. Barack Obama’nın Başkan seçilmesi, sürekli zenci oyunculara verilen Oscar ödülleri epey şaşırtıyor! Ki düne kadar zenciler, halk otobüsleri ve tramvaylarda ayrı köşelerde oturmak zorundaydılar. Amerika gerçekten büyük gelişim içerisinde!

2) The Hurt Locker’ın Venedik Film Festival’inde de ödüller alması, hanidir Avrupa’nın belli başlı festivallerinin Hollywood değerleriyle uzlaşmaya başladığını gösteriyor. Sinemanın gelecekte alacağı şekil bağlamında hayati bir meseledir bu. Cannes Film Festivali’nde her yıl tamamen reklam amaçlı olarak kısır Amerikan filmlerinin yarışması ve ayrıca festivalin sürekli Amerikan filmleriyle açılış yapması kanıt olarak mimlenebilir. Bu bağlamda Berlinale’nin Venedik ve Cannes’a göre daha tutarlı bir yol izlediğini, politik tutumunu muhafaza ettiğini söyleyebiliriz.

3) Hiçbir sinemasal anlamı olmayan Oscar ödülleri de yanlış kalemlerde cisimleşip bilinçsiz bir silaha dönüşüyor ve doğrudan Amerikan ideolojisine hizmet ediyor. Asıl acı olan da bu!

* Sinemanın Öyküsü, Paul Rotha, İzdüşüm Yayıncılık, Çev. İbrahim Şener, 1. Basım, 2024

Hakan Bilge

hakanbilge@sanatlog.com

Yazarın öteki film eleştirileri için tıklayınız.

Mavi Yeşil: 79. Sayı

Mavi Yeşil dergisi on dördüncü yılına başlıyor. Elinize ulaşan 79. sayı, on üç yıllık aralıksız yayımın yeni bir yıla uzandığının açık göstergesidir. Sanat ve edebiyat içerikli dergilerin, okur ilgisiyle yaşadığı, yaşaması gerektiği edebiyat ilgililerinin apaçık gerçeğidir. Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasındaki Mavi Yeşil dergisini on üç yıl boyunca aralıksız yayımda tutan ve yeni bir yıla taşıyan uzak yakın okurlarımıza teşekkür ederiz. Karadeniz Bölgesi, on üç yıldır düzenli yayımlanan bir sanat/edebiyat dergisiyle tanışma fırsatını yakaladıysa bunda okurlarımızın payı azımsanamaz elbette. Şehrinin ve ardından da bölgesinin sınırlarını aşarak Türkiye ölçeğinde okunma mutluluğunu yaşayan Mavi Yeşil dergisinin samimi okurlarının dışında kimi olabilirdi halinden anlayan… Çevremizdeki halkası giderek genişleyen dostlarla on dördüncü yılımıza başlıyoruz; ne mutlu.

Yeni yılımızın başında, 13 Ocak 1973’te ölen Sabahattin Eyuboğlu için ölümünün kırkıncı yılında küçük bir dosya hazırladık. Bu sayımızı, Hasan Öztürk’ün Divan edebiyatı tartışmaları ekseninde Sabahattin Eyuboğlu yazısıyla açıyoruz. İlker Aslan, Eyuboğlu’nun bir düşünce adamı olarak Cumhuriyet döneminde halktan yana duruşuna değiniyor. Mehmet Nur Karakeçi, Eyuboğlu’na Köy Enstitüleri penceresinden baktığı yazısıyla aramızda. Hakan Bilge, kadının toplumsal yaşamdaki yerini işleyen Beyza’nın Kadınları adlı filmi inceliyor. Aynı zamanda Türk sinemasının çıkmazlarına da değinen Bilge, sinemamızın özgün bir biçem yaratmada eksiklerini gözler önüne seriyor. Erol Uzun, son zamanlarda yayıncılık sektörünün yüzünü güldüren İslamî romanlar üzerine bir değerlendirmeyle aramızda. Nurkal Kumsuz, baskı sonucu vatanlarında ayrılan bilim, sanat ve edebiyat insanlarını bize tekrar hatırlatıyor. Elif Balcı Kaştaş, Nar Ağacı adlı romanın postmodern kurgusunu inceliyor. Ayşegül Özalp, Toni Morrison’un En Mavi Göz romanı üzerine yaptığı değerlendirmeyle aramızda. Bu sayıda Funda Özsoy Erdoğan ve Sevda öyküleriyle aramızda. Şiirleriyle Yiğit Tornacı, Filiz Beyaz, Serdar Çakıcıoğlu dergimize renk katıyor.

Yazınsal yazı her şeyden önce bir dil işidir. Wittgenstein, “dilimin sınırları dünyamın sınırları” diyor. Sevgili okuryazar yeni yıldan dileğimiz dil evrenimizle birlikte düşünce dünyamızın da genişlemesidir.

79. sayının içindekiler

Divan Şiiri Tartışmaları Arasında Bir Cumhuriyet Promethesi / Hasan Öztürk… 2

Bir Fikir Adamı Olarak Sabahattin Eyuboğlu / İlker Aslan… 8

Köy Enstitüleri Penceresinden Sabahattin Eyuboğlu / Mehmet Nur Karakeçi… 11

Yürüyen Adam / Yiğit Tornacı… 15

Kadın Erkeğin Düşüdür / Hakan Bilge… 16

İslami Romanlar Üzerine Bir Değerlendirme / Erol Uzun… 19

Mutsuzluk Diasporası / Nurkal Kumsuz… 22

Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı’nda Postmodern Kurgu / Elif Balcı Kaştaş… 24

Toni Morrison: En Mavi Göz / Ayşegül Özalp… 27

Kırık Pencere / Filiz Beyaz… 29

İskender / Serdar Çakıcıoğlu… 29

Babaannem / Funda Özsoy Erdoğan… 30

Günebakan / Sevda… 31

bilgi@maviyesildergisi.com

Sezgin TAŞ

Üçüncü Mevki’nin 5. ve Son Sayısı Çıktı!

2012’nin şubatında yayımlanan ilk sayısıyla beraber “Edebiyat da bizi birleştiremeyecekse yaşamayalım.” diyen Üçüncü Mevki öldü. Buyrun cenazemize. Edebiyat bizi birleştirebildi mi, bilmiyoruz. Biz elimizden geleni yaptığımıza inanıyoruz, herkese kapımız açıktı, özgür olmak, hissettirmek önemliydi.

Son sayımızın şairleri; Hayriye Ünal, Murat Üstübal, Seyhan Kurt, Ayşegül Tözeren, Murat Çelik, Ertuğrul Rast, Bilâl Yavuz, Umur Çepni, A.Çağrı Bayındırlı, Tevfik Hatipoğlu, İsmail Kemal Durhan, Özgür Ergün Bayram, Ayşegül Öztürk, Ahmet Testici, Ferhat Dönmez, Emre Gürkan Kanmaz, Burcu Karakoç, Furkan Diben ve Ahmet Seven.

Ertuğrul Rast’ın Hayriye Ünal ve Murat Üstübal’la şiir/poetika üzerine, Gökçe Özder’in Nihan Kaya ile öykü ve romancılık üzerine yaptıkları söyleşiler sayfalarımız arasında yerini alıyor. Klişe söyleşilerden bıkanlara nefes aldıracak söyleşiler oldu üçü de.

Son sayının öykücüleri; Emre Jr. Öztoprak, Murat Şahin, Hüner Aydın ve Özgür Puya. Bu sayının tek denemesi Mehmet Kahraman’dan, aramızdaki duvarlar önemli bir konu. Murat Üstübal Ece Ayhan şiirine yakın bir bakış attı. Hakan Bilge’nin “Full Metal Jacket” filmi hakkındaki, Gökçe Özder’in Abdullah Harmancı’nın son öykü kitabı “Seni Ne İhtiyarlattı?” hakkındaki ve Fadime Gençoğlu’nun İhsan Oktay Anar’ın “Yedinci Gün” romanı hakkındaki yazısı son sayımızın film ve kitap yazılarını oluşturuyor.

Bir şeyi kırk kere söylerseniz, o şey olur derler:  40X “Edebiyat da bizi birleştiremeyecekse yaşamayalım.”

Sağlıcakla kalın.

Üçüncü Mevki’ye ulaşabileceğiniz yerler:

İstanbul (Beyoğlu) - Mephisto

İstanbul (Kadıköy) - Mephisto

İstanbul (Fatih) - Ağaç Kitabevi

İstanbul (Cağaloğlu) - Ana Kitabevi

İstanbul (Beyoğlu) - Simurg Sahaf

İstanbul (Üsküdar) - İskele

Ankara (Kızılay) - İmge Kitabevi

Ankara (Kızılay) - Kurtuba Kitap Kafe

Ankara (Kızılay) - İhtiyar Kitap Kafe

Konya - Çizgi Kitabevi

Konya - Hüner Kitabevi (Rampalı Çarşı en alt kat)

Eskişehir - Adımlar Kitabevi

Bursa - Seriyye Kitabevi

Rize - Önce Kitap Kaf

Kaos GL: 128. Sayı

Aralık 27, 2024 by  
Filed under Dergi & Fanzin, Duyurular, Edebiyat, Sanat

Kaos GL #128
Ocak-Şubat, 2024

Şeyleşme vs. Queer

10-16 Aralık tarihleri arasındaki Ayrımcılıklara Karşı Sempozyum’un telaşı geldi geçti; yerini mutluğa, sevince, huzura ve azıcık da yorgunluğa bıraktı. Kampüslerden salon etkinliklerine, yapılan etkinlikleri ağzına kadar dolduran ve bizlerle birlikte etkinliklerde emeği geçen herkese, Kaos GL olarak teşekkür ederek selamlıyoruz sizleri ve yeni sayımızı!

“Şeyleşme vs. Queer” dosya konulu dergimizin konukları Doğu Toksöz, Göksun Yazıcı, Gülsüm Depeli, Hakan Bilge, Hande Çayır, Levent Şentürk, Nurhayat Köklü, Ülker Sözen ve Anna Maria Sörberg… Anahtar kelimelerimiz olan queer, kapitalizm, kaçış çizgisi, özneleştirme, bedenler arası ve ötesi, kimlik ve şeyleşme ile dosyamızı ördük; örmeye devam edeceğiz başka başka dergilerde.  

Dosya dışı konuklarımızı anmaya LİSTAG ile başlayalım istiyoruz. “Canım Ailem” sayfasının bu sayıdan itibaren konuğu olacak olan LİSTAG, bizlerle birlikteliğini bir söyleşi ile taçlandırıyor. Cenk Erdem, bizlere aşk ve huzur dileyen İspanyol dansçı Aaron Vivancos ile müzik sayfamız için söyleşiyor. Umut Güner, yeni oyunu “Yırtık Bohça” ile Ayrımcılıklara Karşı Sempozyum’un açılışını yapan Esmeray ve trans bir öğretmen olarak yaşadığı sorun ve ihlalleri anlatan Sezen öğretmen ile yaptığı söyleşileri dergiye taşıyor.  

Dosya dışı konuklar arasında aynı zamanda Eda Nur Temiz, Emre Özcan ve Osman Bulugil yer alıyor. Eğitim sayfası, İlker Öztemir ve Zeynep Yakın’ın yazılarına evsahipliği yapıyor. Hayriye Kara, İranlı iki mülteci lezbiyen Rahaa ve Saghi’nin değerli hayat hikâyelerini dergiye taşıyor. Dergimize “Aktivist”, “Artist” ve “Anarşist” resim çalışmalarıyla hayat veren Cemal Akyüz’e Kaos GL derinden teşekkür ediyor.  

Dergimizin, bundan böyle düzenli konukları olacak… LİSTAG, “Canım Ailem” sayfasının; Zafer Kıraç içerden dışarıya hapishane alanında yaşananları bizimle paylaşmak için hapishane sayfamızın editörü olacak. Kaos GL’nin Mülteci Koordinatörü Hayriye Kara, mülteci sayfamızı, mültecilerin sorunlarını görünür kılmak için hazırlayacak. Gelecek sayımızdan itibaren aynı zamanda eşcinsel, biseksüel ve trans mülteciler için Farsça sayfalarımız olacak.  

Dergimizde iki duyuruyu da paylaşmak istiyoruz. 17-24 Ocak 2024 tarihleri arasında gerçekleşecek 2. Pembe Hayat KuirFest’in birbirinden güzel görünen filmlerinden bazılarını tanıtıyoruz. 8. Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın bu yılki temasını açıklıyoruz: Yol. “Tarih uzun, heybetli ve kendinden çok emin bir “yol”. Tarihin “yol”u eril-egemen on bin yıldan fazladır. Sesimizi duydukları anda bizi tarihten siliyorlar. Saklanıyoruz yine. Ama var olduğumuzu gösteren şiirlerimiz var aralarda, bir kaç eski tabakta resimlerimiz, bir kaç gravürümüz. Yani biz de tarihin “yol”larında yürümüşüz. Şunun şurasında en çok bir iki yüzyıldır da daha çok yazıp çizebiliyoruz. Oyunlarda repliklerimiz, sinema karelerinde ölümsüz görüntülerimiz ve tablolarda fırça darbelerimiz çok daha fazla artık. Varlığımızı biz kendimiz bile görebiliyoruz bir süredir.” diyerek, öykülerin son teslim tarihinin 1 Nisan 2024 olduğunu belirtiyoruz.  

129. sayımızın dosya konusu “Ötekiler/Madunlar/Dışarıda Bırakılanlar” ve İnsan Hakları. Bu dosya vesilesi ile, insan hakları alanındaki hiyerarşileri ters düz etmeye çalışacağız. Sorunları veya talepleri insan hakları içinde değerlendirilmeyenler, ana akım insan hakları söyleminin dışında kalanlar, kalmak zorunda bırakılanlar, kalmak isteyenlerle dolu yeni bir sayıyla karşınızda olacağız. Unutmayın, yazıların son gönderim tarihi 4 Şubat 2024! 

İçindekiler

Kaos GL’DEN
KUİR FESTİVAL
“Hepimize aşk ve huzur diliyorum!”
Sadece yaşamak istiyorum!
DEVAM ETMEMİ SAĞLAYAN ÖNÜMDEKİ UMUT DEĞİL, GERİDE BIRAKTIĞIM KORKUYDU.”
Öğrencisiyle, öğretmeniyle LGBT’ler…
8. Kadın Kadına Öykü Yarışması Çağrı Metni
Anti-Kapitalist Queer ve Queer Anti-Kapitalizm: Yeni Bir Dil?
İktidar ve Mücadele Eksenlerinde Bedeni ve Bedenler-Arasılığı Düşünmek
Tür Yasasının Yasadışılığı: Bir Türsüzlük Talebi Olarak Queer Siyaset
Queer ve LGBT Arasındaki Tek Fark Harf Farkı Değildir!
LGBT GÜNDEM
Homofobi ve Queer Korkusu
Saklambaç
Butler’da bir şeyleşme deneyimi olarak kimlik
KaosQ+; düşündükçe heyecanlanıyoruz!
KaosQueer+
QUEER MUAMMANIN İNŞASI
Biz Kimiz?
Lisede Cinsiyetçilik ve Homofobi
Azınlık, Devlet ve Halk
MODERNİTE SONRASI AŞKTA BİREYSELLİK VE AİDİYET
Orta Savunma, La Masia ve Topla Oynamak
Ayrımcılık Karşıtı Sempozyum Tamamlandı

« Önceki SayfaSonraki Sayfa »