The Matrix (1999, Wachowski Biraderler)
Ekim 6, 2024 by Editör
Filed under Kült Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Kutsal kitapların en zoru ve en anlaşılmazı olan Tekvin, en az içindeki kelime sayısı kadar sırra sahiptir ve her kelime de kendi içinde diğer birçok sırrı taşımaktadır. Aziz Jerome
Wachowski Biraderlerin en sıradan seyircinin bile hayatının orta yerine ‘’felsefeyi’’ sokan The Matrix kadar ülkemizde hiçbir filmin bu denli tartışılmamış olduğunu düşünsem de, nitelikli inceleme yazılarının yeterli seviyede olmadığını, olanların da birçok sahneye Uzakdoğu dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık hatta modern sembollerle açıklama getirmeye çalışmasının ve yapılan göndermelerin fazlalığının kafaları karıştırmaktan başka bir işe yaramadığını söylemeliyim.
Neo’nun ‘’kozmik yumurta’’ olarak yorumlanabilecek kozasından çıkmasının ardından, suda sürüklenmesi ve ardından ‘’ışıklı göklere’’ yükseltilmesi sahnesine kadar çoğu kişi gibi ‘’İsa Mesih’’ hikâyesinin anlatıldığı düşüncesinde olsam da bu sahneyle birlikte aklıma gelen tek şey, doğar doğmaz annesi tarafından suya bırakılan Musa peygamber anlatısı olmuştur. Filmin sona ermesiyle birlikte The Matrix’in büyük bir tutarlılıkla ilk sahnesinden son karesine kadar Yahudi gizemciliğini işlediğini, bazı apokaliptik ve eskatolojik göndermelerin, Hıristiyanlık ve ‘’İsa Mesih’’e yapılan vurguların bilindik temalar kullanmak suretiyle Hıristiyan seyirciyi çekmek maksadıyla ‘’serpiştirildiğini’’, seyircinin aşina olduğu ‘’beyaz tavşan’’, ‘’kendini bil’’, ‘’İsa Mesih’’ veya Bruce Lee’nin ‘’burun hareketi’’ gibi motiflerin ödünç alınarak aidiyet duygusunun pekiştirilmek istendiğini düşündüğümü söylemeliyim. Suya bırakılan çocuk motifi konusunda ise Akad Kralı Büyük Sargon yerine Musa peygamberi ele almam ise filmin senaryosunu da yazan yönetmen kardeşlerin Yahudi oldukları gerçeğinden hareketle yapılmış bir tercihtir.
İnsanın hem dışındaki hem de içindeki evrenin sırrını anlaması için, Musa peygambere Sina Dağı’na çıktığında Tanrı tarafından verildiğine, Musa peygamberin de Eski Ahit’in içine sakladığına inanılan, ilkelerinin Museviler arasında yalnızca en yüksek inisiyelere öğretildiği Yahudi gizemciliği Kabala, saklı gelenek, yazılmamış yasa anlamına gelmektedir. Bir tür çağdaş inisiye mitosunun beyazperdeye uyarlanması olan The Matrix’in ezoterik anlamı, insanın ruhsal doğasının bedenin içine gizlenmesi gibi Kabala ve Yahudi Mesih inancının filmin içerisine gizlenmesi iken ekzoterik anlamı Hıristiyanlığa, Uzakdoğu öğretilerine, Avrupa’nın pagan mitolojisine, kültürüne ve ritlerine yapılan göndermelerdir. Simya, Gül-Haç, Masonluk ve Bâtınilik ile karşılıklı etkileşim içerisinde bulunan Hermescilik ve Kabalacılık günümüzde, kadimlerin bütün sırlarını kapsayan eşanlamlı terimler olarak görülmekte ve bu iç içe geçmişlik de filme ilişkin tüm göndermelerin doğru veya yanlış bir yerlere bağlanabilmesine yol açmaktadır. Kutsal metinlerin anlamına erişebilmek için anahtar görevi gördüğü söylenen Kabala düşüncesinin, Papalığa ait ve Hıristiyanların da başka kültürlerden aldığı üç katlı taç Tiara’da çapraz anahtarlarla sembolize edilmesi bu iç içeliğe bir örnek olarak gösterilebilir.
Hıristiyanlık âlemi İsrail’in gizli öğretisini içeren saklı metinlere asla sahip olamamıştır. Hahamlar arasında Hıristiyanlık hiçbir zaman Eski Ahit’i anlamamış ve hiçbir zaman anlamayacak görüşü hâkimdir. (Manly P. Hall)
Kemale ermiş zihinlerin azlığından hareketle akıl yürütme melekelerinin kullanılmasını gerektiren bir sorun karşısında başarısızlığa uğrayacaklarına kesin gözüyle bakılan kitlelerin ‘’bir koyun sürüsü gibi’’ güdülmesi gerektiğini savunan kadimler ayrıcalıklı konumlarını korumak adına bilgiyi yalnızca kendilerinin anlayabileceği şekilde sembolize etmiş ve öğretileri ikiye ayırmışlardır. Belirli sınavlardan geçirerek aralarına kabul ettikleri ‘’belirli bir yaşa ulaşmış’’ ve ‘’gelişmiş zekâ’’ sahiplerine içsel öğretiler açıklanırken dışarıda kalanlar için hakikatler, mitolojilerin tanrılarına ve tanrıçalarına dönüştürülerek, bir anlamda saklanmıştır.
‘’Cahil yığınlar Priapus ile Pan’ın sunaklarına sunularını getirirken, bilgeler, bu mermer heykelleri yüce soyut hakikatlerin sembolik cisimleşmeleri olarak görmüşlerdir.’’ (Manly P.Hall)
İnsanlık tarihi boyunca ‘’havassa ait olan bilgiyi avamdan koruma’’ bilginin kendisi kadar önemli olmuştur. İnsanlığın ortak ürünü olan bilginin nasıl olup da belirli bir zümrenin eline geçtiği konusunda net bir açıklama bulunmamasına karşın savaşlar ve doğal afetler sonucunda veya bir yere aktarılması gerektiğinde açığa çıkarak tehlikeye uğrayabilecek bilgiyi korumak ve kollamak için birtakım tedbirlerin alındığını ve bilginin şifrelenmeye başlandığı söylenebilir. Böylece asıl görevleri bilgiyi korumak olan ‘’görevliler’’ kralların tahta çıkmalarından öldürülmelerine, verimli tarlaların ne zaman sulanacağından gökcisimlerinin hareketlerine kadar pek çok konudaki mevcut bilgiyi kendi çıkarları adına kullanmaya başlayarak ayrıcalıklı bir konum elde etmiştir. Platon, Devlet Adamı isimli eserinde Mısır’da kralın, rahiplere özgü erke sahip olmadıkça yönetme hakkına sahip olmadığını, eğer başka bir sınıftan gelmiş ve iktidarı şiddetle ele geçirmişse, rahipliğe katılmak zorunda olduğunu yazmaktadır.
‘’Bütün pagan ulusların bir devlet dini vardı, bir de yalnızca filozof seçkinlerin girebildiği başka bir dini. Kadim dünyanın bütün şehirlerinde her yerde halkın tapınması için tapınaklar bulunurdu. Her toplumda ayrıca doğanın bilgisini derinden öğrenmiş felsefeciler ve mistikler bulunurdu.‘’ (Manly P. Hall)
Rahipler sınıfının sınıfsal üstünlüklerinin en büyük güvencesi haline gelen evrene ilişkin gözlem ve kayıtlarla biriktirilen bilgi ‘’dışarı’’ çıkmaması için okült (gizli) dönüşümlere uğratılarak inisiyasyon (erginlenme) denilen sert sınavlar uygulanmaya, yalnızca bu aşamaları geçenler ‘’kardeş’’ kabul edilmeye başlanır. Rahipler sınıfından olmayanların anlayamayacağı bir biçimde şifrelenen insanlığın ortak mirası olan bilgi artık havassın elinde tutulacak avama yalnızca bir takım gereksiz ayrıntılar verilecektir. Morpheus’un ‘’Belli bir yaşa gelmemiş beyinleri eğitemeyiz’’ demesi de filmin aynı izlediği savunduğunun göstergesidir ve eleştirilmesi gereken yönlerindendir. Günümüzde de bilginin halktan saklandığını, kadim bazı ipuçlarının ve anlatıların doğruluğunun gerçeklenmesi adına başta devlet başkanları olmak üzere zenginlerin örneğin, ‘’ab-ı hayat’’ peşinde koştukları duyulmaktadır.
‘’Eski günlerde insanoğlu dehası, sadece bir kesim insana kültürün meyvelerini vermek, öbürlerini ise en asli şeylerden, yani eğitim ve gelişmeden yoksun bırakmak üzere yaratımda bulunuyordu.’’ (Lenin)
Çalışma masasında uyuyakalmış halde gördüğümüz kahramanımızın bilgisayarının ekranında ‘’Uyan Neo, Matrix seni ele geçirdi’’ yazısı belirir. ‘’Uyan’’ ibaresi hem Neo’ya hem de seyirciye yapılan bir ikazdır ve film boyunca belli aralıklarla tekrar eder. Yazıları okuyan Neo şaşkınlığını üzerinden atamamışken kapısının zili çalar. Gelenler yasadışı iş yaptığı bazı arkadaşlarıdır. İçlerinden birinin ‘’Sen benim kurtarıcımsın, İsa Mesih’imsin’’ demesi, İncillere göre kendisine yöneltilen ‘’Sen Mesih misin, İlya mısın yoksa Yahya mısın’’ sorusuna ‘’Ben Mesih’im, Allah’ın oğluyum, geçmişteki ve gelecekteki işlenmiş ve işlenecek olan bütün günahların bağışlanması, bütün insanlığın kıyamete kadar kurtuluşu için geldim’’ diyerek cevap veren İsa peygamberin aksine Neo’nun ‘’seçilmişliğinin’’ başkaları tarafından dile getirilmesi onun ‘’İsa Mesih’’ olmadığına ilişkin en büyük delili ortaya koymaktadır. Yoksa yasadışı iş yapanların ‘’İsa Mesih’’ düşüncesiyle çok ilgili olduklarını zannetmiyorum. Mesihlik ve seçilmişlik iddialarının başkaları tarafından dile getirilmesi de film boyunca sürekli tekrar edecektir.
Yaklaşık M.Ö. 1200 yıllarında İsrailoğullarını Firavun’un esaretinden kurtararak bir millet haline getiren ancak kendisi ‘’Arz-ı Mevud’’a (Vadedilmiş Topraklar) giremeden ölen Musa peygamber ile Yahudiliğin başladığı kabul edilir. Musa peygamberden sonra Kenan diyarı fethedilerek topraklar on iki kabile arasında bölüşülmüş ve inananların ‘’dini tören ve sunularını’’ yerine getirilebilmesi için bir tapınak inşa edilmiştir. İsrailoğulları topraklarının çeşitli zamanlarda istilaya uğramasına karşın dinsel bir bağlılıkla her seferinde geri dönmüşlerse de M.Ö. 37 yılında Romalıların egemenliği sonrasında iki bin yıl sürecek sürgüne mahkûm olmuşlardır. Tapınakları yıkılan, ibadetlerini yapamayan, yurtlarından çıkarılan, kendi dinlerine kayıtsız insanlarla karşılaştıkça inançları zayıflayan bu insanlar kendilerini esaret ve sürgünden kurtarıp ‘’vadedilmiş topraklara’’ yeniden kavuşturacak bir ‘’beklenen kurtarıcı’’ fikri oluşturmuş hatta bu inancı iman esasları içine yerleştirmişlerdir. Bir kurtarıcı fikrinin yalnız Yahudilik ve Hıristiyanlıkta değil hemen bütün dinler ve kültürlerde bulunduğunu da eklemek gerekir. Mesela, Hindliler Brahma’nın tenasühünde Vişnu’yu, Moğollar dünyaya geleceğini söyleyen Cengiz Han’ı, Mecusiler intikam için dönecek olan Bihafrid’i, Müslümanlar İmam Mehdi’yi, Zerdüştler Şaoşyant’ı beklemektedirler.
Mesih kelimesi ‘’beklenen kurtarıcı’’ anlamında gelmekte ve özellikle Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın vazgeçilmez inanışları arasında bulunmaktadır. Grekce Mesih anlamına gelen ‘’Hristos’’ kelimesinden türetilmiş Hıristiyan kelimesi zaten ‘’Mesih’e inanan kişi’’ anlamına gelmektedir. Gerçek Mesih Davud oğlu Mesih’tir ancak ondan önce Yusuf oğlu Mesih gelecektir diyen Yahudiler ile Hıristiyanların Mesih’i arasındaki temel fark, Yahudiler Mesih olarak yeni birini beklerken, Hıristiyanlar İsa peygamberin ricat edeceğine inanıyor olmalarıdır. Filmin geneline bakıldığında da Neo’nun şahsında İsa peygamberin Mesih olarak dönüşü değil Yahudi düşüncesine uygun olarak yeni birinin Mesih olarak gelişi işlenmiştir.
Yıl 2199’dur. Metacortex isimli bir yazılım şirketinde bilgisayar programcısı olarak çalışan, ‘’yasaların öngördüğü tüm bilgisayar suçlarını işlemiş’’ Neo takma adını kullanan bilgisayar korsanının gerçek adı Thomas A. Anderson’dur. Thomas adı, tartışılmasının bile günaha girmekle eşdeğer sayıldığı görüşlerinin, 1917 tarihli Kilise Yasası ile Kilise’nin resmi görüşü ilan edildiği Hıristiyan dünyasının en tanınmış düşünürü Akinolu Thomas’tan esinlenmiş olmalıdır. ‘’İnsanoğlu’’ anlamına gelen ve ‘’İsa Mesih’’in kastedildiği Anderson ise Grekçe erkek demek olan andros’tan türetilmiştir. Thomas ve Anderson isimlerinin Hıristiyan seyirciyi etkilemek için seçildiğini düşünüyorum.
‘’Apokaliptik metinlerde Mesih eskatolojik bir karakterdir ve insanoğlu (son of man) kavramıyla birlikte kullanılmaktadır. (Mircea Eliade)’’
İsminin ortasında bulunan ‘’A’’ harfi ise ‘’gelecekteki Mesih’in ilk örneği’’ olan Âdem’e gönderme sayılabilir. Trinity’nin oda numarası olan 303 ile 33. dereceden inisiye olmasından tutun da Hıristiyanlıktaki teslise, İsa peygamberin çarmıha gerildiği yaştan, Müslümanların cennette olunacak yaşa kadar hemen her şey olabilmekteyken, asıl anlatılmak istenen Yahudilerin Yaratıcı Teslisidir.
‘’Kabala’nın en derin sırlarından biri Âdem isminin harflerin (ADM) dayanan bir Notarikon’da gizlidir. Bu üç harf üç peygamberin –Âdem, Davud ve Mesih- isimlerini oluşturur. Bu üç kişinin tek ruha sahip olduğu söylenir. Bu ruh insanlığın Dünya Ruhu’nu temsil ettiği için, Âdem içteki ruhu, Mesih tekâmül eden ruhu ve Davud da ruhun epigenesis halini temsil eder’’ (Manly P. Hall)
Durumunda bir gariplik sezen arkadaşları solgun göründüğünü ve neler olduğunu sorduklarında, ‘’Hiç uyanık mısın, uyuyor musun duygusuna kapıldığın oldu mu’’ şeklinde yanıt veren Neo’nun halinden memnun olmadığı ve ‘’arayış içinde olduğu’’ seyirciye aktarılır. Ertesi sabah uyanamayan ve işine geç kalan Neo’ya ‘’özel olduğunuza inanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz’’ sözleriyle başlayan bir nutuk çeken patronu ‘’bir seçim yapması, şirkette çalışmak istiyorsa çalışma saatlerine uyması gerektiğini’’ söyler. Patronun ‘’özel olduğunu mu hissediyorsun’’ sözleri Neo’nun seçilmişliğini ve isyankâr yönünü vurgulamaktadır. Patronunun bilindik konuşması ise kahramanın ve kendisini kahraman ile özdeşleştirecek olan seyircinin gündelik hayatını değiştirebilecek herhangi bir macera çağrısına yanıt vermesini kolaylaştırıcı etki yapacaktır. Bu konuşma esnasında bizzat Wachowski biraderler camları silerken görünürler. ‘’Camların silinmesi’’ ile zihnin uyanışı simgelenmekte ve bir şeylerin değişeceğinin ipuçları seyirciye aktarılmaktadır. Yine de gündelik yaşamında sıkıntı duyan ve bir macera çağrısı bekleyen kahraman izleğinin filmin ikinci en zayıf yönlerinden birini oluşturduğunu söylemeliyim.
Neo’ya ulaşan ve ‘’Yol gösterebilirim ama dediklerimi aynen yapman gerek’’ diyen, Yunan mitolojisinde kahramanların rüyalarından sorumlu düşler tanrısının adını kullanan Morpheus ‘’yol gösterici’’ tavrını film boyunca sürdürür. Gerek Trinity gerekse Morpheus isimlerine aşina olan Neo, onlara güveniyor olsa da hala şüpheleri olduğundan Morpheus’un talimatlarını yerine getiremez. ‘’Bunlar neden bana oluyor? Ben ne yaptım ki?’’ diyerek gündelik hayatının rahatlığını tercih eden ve macera çağrısını reddeden Neo kendisi yakalamak için gelen ajanlara teslim olur.
Neo ile irtibat kuracağını bildikleri Morpheus’u yakalamak için Neo’yu yem olarak kullanmak isteyen ajanlar işbirliği yaptığı takdirde kendisine yeni bir başlangıç sözü vermelerine karşın Neo teklifi reddetse de vücuduna takip cihazı yerleştirdiklerinin farkına varamadığından başından geçenleri kötü bir rüya olarak görme eğilimine girer. Evine gitmesine izin verilen Neo uyandığında Morpheus yeniden arar ve buluşmak için adres verir.
‘’Karanlık ve yağmurlu bir gecede Trinity ve Morpheus’un adamları Neo’yu siyah bir limuzine bindirirler. Bu gece yolculuğu sırasında sağanak biçiminde yağan yağmur aşikâr bir arınma metaforudur. Altından geçtikleri köprü de Neo’nun bir inisiyasyon sürecine girdiğini simgeler; köprü kahramanı yolculuğun yeni bir aşamasına, serüven eşiğine götürecektir. Morpheus’la karşılaşacağı binanın girişindeki döşeme, bir satranç tahtası gibi siyah-beyaz karelerle kaplıdır. İnisiyasyon rituslarının uygulandığı Mason localarında da döşeme aynı biçimde düzenlenir. Mozaik döşeme olarak adlandırılan bu uygulama, simgesel olarak aydınlık-karanlık, iyi-kötü, bilinen-bilinmeyen karşıtlıkları ifade eder.’’ (Dila Tecimer)
Neo’nun özel, seçilmiş veya Mesih olduğuna ilişkin hiçbir şey dile getirmemesi hatta bunu ima etmemesine karşın ‘’Hiç gerçek olduğuna inandığın bir rüya gördün mü?’’ diyen ve Mesih’in geleceğine kimse inanmasa bile kendisinin inandığını vurgulayan Morpheus, Neo’ya bir tercih sunar. Ya macera çağrısına olumlu yanıt verecek ve bilinmedik bir dünyaya adım atacak ya da gündelik yaşamının sakinliğine, alışkanlıklarına geri dönecektir. Seçimini yaparak macera çağrısını olumlu olarak yanıtlayan Neo, yeniden doğar. Doğumu, bebeğin doğumu gibidir, saçsız ve çıplaktır. Bu sahne ile bakire doğumun sembolize edildiği söylenmişse de aşağıdaki paragraf gerçek anlamı üzerine bir fikir verecektir.
‘’Kabalanın gizli öğretilerinde insan bedeninin Aurik Yumurta denilen, balonumsu, uçuşkan bir oval şeyin içinde olduğu öğretilir. Ayn Sof küresi, yaratılmış evren için neyse bu yumurta da insanın fiziksel bedeni için odur. Daha doğrusu, bu Aurik Yumurta insan denilen varlığın Ayn Sof küresidir. Dolayısıyla gerçekte insanın mutlak bilinci her yöne uzanan ve aşağı bedenini tümüyle çevreleyen bir auranın içindedir. Kozmik Yumurta’nın içindeki bilincin merkezi bir noktaya yoğunlaşması gibi, insanın Aurik Yumurtası içindeki bilinç yoğunlaşır ve Ego denilen bilinç noktasını tesis eder. Doğadaki evrenlerin Kozmik Yumurta’nın içindeki uyku halindeki kuvvetlerden oluşması gibi, insan tarafından doğanın çeşitli âlemleri içindeki enkarnasyonlarında kullanılan her şey bu Aurik Yumurta’nın içindeki uyku halindeki güçlerden çekilir.’’ (Manly P.Hall)
Yaradılış amacına ulaşabilmek için kibir ve egosu ile doldurarak içine hapsolduğu yumurtayı kıran Neo yeni bir dünyaya gözlerini açar. Devlet adlı eserinde “uyanmış” kişi ile “uyuyan” kişi arasındaki farkı mağaradan çıkış sembolizmiyle açıklamaya çalışan Platon’a göre ‘’Derin bir mağaranın dibinde, çocukluklarından beri ayak ve boyunlarından zincirlenmiş halde insanlar yaşamaktadır. Bunlar “uyuyan” kimselerdir. Mağaranın girişine zincirlenmiş olan bu insanlar ışığı doğrudan göremediklerinden ancak ışığın duvara yansıttığı gölgeler üzerinden hakikati tanımlamaya çalışmaktadırlar oysa hakikati görebilmek ancak zincirlerden kurtularak mağaradan gün ışığına çıkmakla olanaklıdır. Kısaca, “uyanış” mağaranın dışına çıkıştır.’’
Batı’nın dünya egemenliğiyle birlikte gündelik yaşam genellikle iktidar tarafından biçimlendirilmeye başlanmış, tüketim için boş zaman kavramı icat edilerek insanın kendisiyle baş başa kalmasının önüne engeller konulmuştur. Büyük çoğunluk ‘’boş vakitlerinde’’ alışveriş merkezlerinde dolaşmakta, gerekli gereksiz bir şeyler satın almakta veya televizyon karşısında pineklemektedir. Gündelik yaşamın en açıklayıcı kavramlarından biri rutindir ve rutinin en önemli özelliği düzeni ve istikrarı temsil etmesidir. Düzenin kaybolacağı, olayların akışının bozularak kaosa sebebiyet vereceği düşüncesi toplumların en büyük korkularından birisi olmuş, bilinemezliğin ve belirsizliğin yerine bilinebilir olanı ve alışkanlığı koyan düzenin sürdürülmesi adına özgürlüklerinden dahi vazgeçme yoluna gitmişlerdir. Temiz içme suyu bulamayan bir milyar insanın bulunduğu bir dünyada boş vakti olduğunu söyleyebilmek en hafifiyle acımasızlıktır diye düşünüyorum. ‘’Gözlerim neden acıyor’’ diye soran Neo’ya verilen ‘’Daha önce hiç kullanmamıştın’’ yanıtı kendi gündelik yaşam içerisine hapsolmuş cehalet içindeki insanın durumuna da açık bir göndermedir.
İlk yazılan Yahudi apokaliptik metinlerinden olan ve ‘’Tanrı’nın Ebedi Krallığı’’nın kurulacağı müjdesini veren Daniel’in Kitabı’nda, Nebukadnezzar’ın gördüğü ve unuttuğu bir rüya anlatılır. Kral, ‘’Başı altından, göğsü ve kolları gümüşten, karnı ve kalçaları tunçtan, bacakları demirden ve kilden bir heykel görür. Bu heykel nereden geldiği belli olmayan bir taşın çarpmasıyla paramparça olur ve parçalar harman yerindeki saman çöpleri gibi rüzgâr tarafından her yöne savrulur.’’ Daniel, kralın rüyasını ‘’Siz güçlü ve şerefli bir kralsınız. Siz o, altın başsınız. Fakat sizden sonra sizin kadar iyi olmayan gümüş bir krallık ve tunçtan üçüncü bir krallık olacak. Dördüncü krallık demir kadar güçlü olacak fakat parçalara bölünecek. Ve kilden ayağın parçalara ayrıldığını gördüğünüz gibi krallık da parçalara ayrılacak ve sonra dünyadaki diğer milletlerle karışarak yok olacak. Bu olduğunda gökteki Allah sonsuza dek sürecek bir krallık kuracak’’ sözleriyle yorumlamıştır. Ülkelerini işgal edip, tapınaklarını yıkmasına karşın İsrailoğullarının ‘’Tanrı’’ tarafından kendilerini doğru yola sokmak için gönderilen bir ‘’yol gösterici’’ olarak gördükleri Nebukadnezzar’ın rüyası yozlaşmış ve düzeltilmeye muhtaç dünyaya Mesih’in gelişinin müjdesi olarak kabul edilmiştir.
Dünya üzerindeki sıradan insandan halk anlatılarına, mitolojilerden dinlere kadar hemen herkes geçmişe özlem duymakta, eski zamanlarda işlerin daha iyi yürüdüğü, sevgi ve saygının olduğu, güvene ve yardımlaşmaya dayalı ilişkilerin sürdüğü anlatılarak günümüzde sevgi ve saygının kalmadığı, ilişkilerin ve düzenin bozulduğu vurgulanır. Yeryüzündeki yazılı en eski kitaplardan olan Hesiodos’un ‘’İşler ve Günler’’ isimli eserinde ilk insanların kaygısız, tasasız, acısız ve dertsiz yaratıldığını ancak daha sonra yaratılan her soyun kötüye gittiğinin anlatıldığı şöyle bir bölüm vardır.
‘’Ama bir gün gelecek, Zeus, Kronos’un oğlu
Bu ölümlü insan soyunu da yok ediverecek.
O zaman aksaçlı insanlar soyu gelecek.
O zaman ne baba oğullarına benzeyecek,
Ne de oğulları babalarına,
Ne ev sahibi konuğunu bilecek, sevecek,
Ne dost dostunu, ne kardeş kardeşini bugünki gibi.
Yaşlanır yaşlanmaz hor görülecek ana baba,
Kaba kaba çatacaklar onlara.
Tanrı saygısı nedir bilmeyecek bu mutsuzlar,
Karınlarını doyuranların karınlarını doyuramayacaklar.
Ne yeminin değeri kalacak, ne doğrunun, ne iyinin,
Yalnız kötülere, azgınlara gidecek saygıları,
Hak güçlünün olacak yalnız, vicdan kalmayacak.
Kötü insan saldıracak iyi insana.
Yalana dolana kaçıp, andlarını çiğneyecekler,
Yalnız acılar kalacak ölümlü insanlara,
Çare bulunmaz olacak kötülüklere karşı.’’
Kıyamet ve ahir zaman kavramları yeryüzündeki insan soyunun bozulması düşüncesiyle yakından ilişkilidir. İsrailoğulları kendilerine tanrı tarafından verilen sözün gerçekleşeceği umuduyla dünyanın sonuna olumlu bakıyor olsa da, Mesih’İn gelişiyle yapılacak olan barışın ‘’geçici’’ olacağı bilinir. İnsanoğlunun geri döndürülemez biçimde yozlaşmasının ve bozulmasının dünyanın sonunu getireceği (kıyamet) düşüncesi dinlerde eşzamanlı olarak anlatılır. Bir çok mitolojide olduğu gibi Türk mitolojisinde de benzer motiflere rastlanmaktadır.
‘’Kara yer ateşle kaplandığı zaman, büyük ‘’Hakan Ata’’ Tanrı kulaklarını tıkar ve dünya bozularak insan nesli yok olur. Fitne-fesat saçan gaddar rüzgâr, insanları heyecanlandırır. Töre bozulur, tepeler çalkalanır, demir üzenginin dibi delinir. Çuvaldızın deliği yırtılır. Ulus bozulur. Kara böcek katlanır, gözlerine kan dolar, kara su kanla karışık akar, yer uğuldar, dağlar sallanır, çukurlar, hendekler yıkılır, gök gürlediğinde kenarı açılır, deniz çalkalandığında dibi görünür, yerin altı üstüne gelir, yosunlar öğütülüp kül olur, gök sallanıp eteği açılır, deniz dalgalanıp dibi görünür, ay ve güneş aydınlık vermez, ışıksız olur. Ağaçlar kökünden kopar, baba çocuğundan ayrılır, bitkiler mahvolur, nesli kurur, analar sevgililerinden ayrılır, dul kalır, yerde zehirli köngül otu biter, kökünden sarı çekirge çıkar, hayvanlara çarparsa, hayvanların, insanlara çarparsa insanların özünü emer. İşte o zaman Tanrı haykırır:
‘’Bu yana bak Mangdı-Şire, yardım et, köngül otunu mahvedemedim. Köngül otunun kökünde yılan var !’’ Mangdı-Şire’den ses çıkmaz. Ondan yardım gelmeyeceğini anlayınca Tanrı yine haykırır. Büyük hakan halkını bıraktı, cins aygır sürüsünü bıraktı, yer alt-üst oldu, sular kurudu, yaldızlı giyimlerin yakası parçalandı, idare edilen yurt başsız kaldı, kuşlar yuvalarını, geyikler duraklarını, kadınlar yavrularını bıraktı. Bundan sonra Erlik’in arkadaşlarından Karaş ile Kerey yeryüzüne çıkınca Ülgen’in yardımcıları Mangdı-Şire ile Maytere, bunlarla savaşmak üzere yeryüzünü kaplar. İşte o zaman Kalgançı-Çak (kıyamet) olur.’’
Dağılmayı ve sürgünü tanrının cezasının şiddetli olması gerektiği düşüncesiyle kaçınılmaz bir durum olarak karşılayan ve başlarına gelen her şeyi inançlarının zayıflamasına bağlayan İsrailoğulları, esarete düştüklerinde karşı karşıya kaldıkları acılar ve ıstıraplar karşısında çaresizliğe kapılsalar da tanrının kendilerine merhamet edeceğinden ve verdiği sözü tutacağından şüphe etmiyorlardı. İsrailoğullarını düşmanlara karşı koruyacak ve tanrının sözünü gerçekleştirmeden önce hepsini bir araya toplayacak ‘’savaşçı’’ fikrinden Mesih fikri ortaya çıkmıştır. Bu Mesih, Sion’a adaletli bir şekilde egemen olacak ve orada hüküm sürecektir. O sadece Tanrı’nın Krallığını hazırlayan, geçici barışın olduğu bir ara unsurdur. Filmde de Neo’ya kehanete ilişkin hiçbir şey öğretilmeden dövüş programlarının yükleniyor olması Mesih’in savaşçı yönünün ve onunla birlikte savaşların başlayacağının kaçınılmazlığının vurgulanmasıdır.
Yahudi kıyamet metinlerinde dünyanın sonuna ilişkin olarak, gece güneşin ve gündüz ay’ın parlayacağı, çeşmelerden kan akıp, ağaçlardan kan damlayacağı, yıldızların yörüngelerinden çıkacağı, yerin derinliklerinden ateş fışkıracağı, taşların haykırmaya başlayacağı, yılların kısalacağı, kıtlığın ve açlığın başlamasıyla insanların birbirini boğazlayacağı gibi tamamen bozulmuş bir dünya dile getirilmektedir. Morpheus’un ‘’Gökleri biz kararttık, artık güneş yok’’ sözleri eşliğinde Neo’ya gösterdiği dünyanın kaos güçleri tarafından ele geçirildiği görülür ancak ‘’egemen güçlerin’’ sunduğu simüle edilmiş sahte yaşam karşısında insanlar görmemeyi, kanmayı, gündelik yaşamlarının ‘’güvenliği’’ içerisinde kalmayı yeğlemektedirler. Gündelik yaşam içerisindekilerle kastedilen vadedilen topraklarda yaşamamasına karşın hayatından memnun olan İsrailoğulları kastedilmektedir.
Mavi hapı almadığı için duyduğu pişmanlığı saklamayan ve ‘’cehaletin erdem’’ olduğu savunan Cypher’ın Neo’ya olan inançsızlığının gizli olmadığı Trinity’nin ‘’Yoksa inanmaya mı başladın’’ sözlerinden çıkarılabilir. Morpheus’u ajanlara teslim etme karşılığında Matrix’in ‘’yanılsamasına’’ geri dönmeyi istese de inisiye olan Cypher’in bu istediğinin gerçekleşmesi olanaksızdır. İnisiyasyonun geri dönüşü olmadığına göre bu istek Cypher’in ölecek olduğunun bir göstergesi sayılabilir. Hıristiyanlık ve ‘’İsa Mesih’’e ilişkin olduğu düşünülen göndermelerin hemen hepsi insanların zihnini meşgul etmek ve asıl amacı gizlemektir. Burada da seyircinin, Cypher’ın Neo’ya ihaneti ile Yahuda’nın İsa peygambere ihanet etmesi arasında özdeşlik kurulmasına izin verilir. İsa peygamberin son yemeğinde içkisini aynı kadehten içmesi gibi Cyhpher ile Neo’nun aynı kadehten içki içiyor olmalarının arkasındaki sembolizm budur.
Morpheus Neo’yu götürdüğü kâhinin kapısının üzerinde ‘’kendini bil’’ ihtarı yazılıdır ve bu yazının eski Yunan’da Delfi Tapınağında yazılı olduğunu bildiğimize göre kâhinin evi de kadınların kehanette bulunduğu Delfi Tapınağı olsa gerektir. Delfi üçayağı ile Musevilerin Ahit sandığını ilişkilendirmeye çalışanlar olmuştur. Üçayaklı çerçeve Ahit Sandığına, düz plaka veya masa Merhamet Tahtına ve huni biçimindeki kaplam ise Ahit Çadırı’na benzetilmiş olduğundan filmde de benzer izleğin etkileri görülmektedir.
Bütün insanlar ne istediklerini bilirler fakat neye ihtiyaçları olduğunu bilmezler. Pisagor öğrencilerini ‘’kendiniz için dua etmeyin’’ diye uyarırdı. Tanrılardan ricalarda bulunduklarında kendileri için bir şey istememeleriydiler çünkü hiçbir insan kendi için neyin iyi olduğunu bilemez, dolayısıyla elde edildiğinde zarar verecek bir şeyi istemek doğru değildir. İslam’da da bütün temenniler ‘’hayırlı olsun’’ sözleriyle bitirilir. Bilinmezlikler arasında kaybolan ve kendisi için neyin faydalı olacağını bilmeyen Neo’nun Morpheus’un yol göstericiliğine ihtiyaç duyuyor olması din adamlarının ve hahamların otoritesine belirgin bir vurgudur.
Ayrıca kâhinin ‘’ sen O değilsin’’ sözleri aslında gerçeğin farklı bir anlatımıdır çünkü Thomas Anderson ölmedikçe seçilmiş olan doğmayacaktır. Ajan Smith tarafından vurulan ve ölen Thomas, Neo olarak gözlerini açar. Böylece Trinity’nin âşık olduğunu anlamasıyla uyanış-arınma-aydınlanma-inanç ve sevgi tamamlanır. Enoch kitabında bulunan ‘’öldükten sonra dirilmek gibi olağanüstü özelliklere sahip olan Mesih…’’ ibaresi, ister ruhsal ölümü isterse fiziksel olarak ölüp dirilmeyi kastetsin Neo’nun Mesihliği inkâr edilemeyecek şekilde kanıtlanmış ve kesinleşmiş olur. Mesih sıradan bir insan değildir. Olağanüstü özelliklere ve güçler sahiptir. Bu nedenle Mesih, ilk yaratılan yedi şey arasına konulmak suretiyle ona verilen değer de artırılmaya çalışılmıştır.
”Şabat’ın arifesinde Gehenna’nın (sehennem) ateşi henüz yaratılmamıştı. Yedi şey dünya yaratılmadan önce yaratıldı. Bu yedi şey; Torah, Pişmanlık, Aden Bahçesi, Cehennem, Zafer Tahtı, Mabed ve Mesih’in adı’’ (Cengiz Batuk)
‘’Biliyor musun ilk Matrix’in kimsenin acı çekmediği ve mutlu olduğu mükemmel bir dünya için yapıldığını biliyor muydun?’’ Ajan Smith’in bu sözleri ile kastedilen ilk Matrix’in Âdem ve Havva’nın yaşadığı cennet bahçesi –Eden- olduğu çok açıktır. Birinci Matrix bu dünyada değildir çünkü ikincisi mevcuttur. İkinci Matrix ise bozulmuştur ve Tanrı’nın Krallığının gelişinden önce her birey özellikle de Mesih tarafından onarıma ihtiyacı vardır. Üçüncü Matrix’i yaratıp yaratmamak yalnızca Tanrı’nın isteğine tabiidir.
‘’Kabalizm’in popüler bir doktrin haline gelmesine sebep olan Safed Kabalası ya da Lurianik Kabala kurtuluş merkezli ‘’tikkun olam’’ doktrini üzerine şekillenmiştir. Isaac Luria Aşkenazi isimli bir Kabalacı tarafından formüle edilen ve öğrencisi Hayyim Vital tarafından yayılan bu doktrin, yaratılışın kozmik bir felaketle sonuçlandığı ve dünyanın tamir edilmeyi beklediği inancına dayanır. Buna göre yaratılış faaliyeti, sonsuz ve mutlak ilahlığın kendi dışındaki varlığa yer açmak kendini ya da nurunu içine çekmesi ve ilahlığın tam merkezinde oluşan, şekilsiz maddi güçlerle dolu bu boş ve karanlık alana, onlara şekil vermek üzere on sefirot’un yerleşmesini gerektirmektedir. Fakat yaratılış sırasında beklenmedik bir şey olmuş ve ilk üç sefirot’tan çıkan ilahi nuru taşıyan güçler ya da kaplar kırılmıştır. Kırılma sonucunda ilahi nurun bir kısmı bu kırık kaplarla birlikte yaratılışın içine dağılmış ve karanlık alandaki şekilsiz güçlerle birleşmek suretiyle yaratılışta kaos ve kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Yaratılış’ın en başta tasarlanmış olan homojen ve iyi karakterini bozan bu trajediye (kozmik kötülük) daha sonra Âdem’in işlediği günahla birlikte ruhların kötülükle temasa geçmesi problemi (etik kötülük) eklenmiştir. Bu durumda ters giden yaratılışı normale çevirmek ve kaos ortamı yerine ilahi düzeni tesis etmek için her bir (Yahudi) ferdin Tevrat emirlerini yerine getirmek suretiyle hem ruhların hem de dünyanın tamirine katkıda bulunması gerekmektedir; ki bu tamir ameliyesi dünyanın sonundaki Mesihi dönemi hazırlayan kurtuluş sürecine denk gelir. (Şinasi Gündüz)’’
Sürgündeki Yahudiler için dünya, gerçeğin görülmemesi için gözlere çekilen bir perdedir. Vadedilmiş Topraklar’ın tamamına hâkim olmayan Yahudiler kendilerini köle olarak tanımlamakta ve tadını alamadığı, dokunamadığın, koklayamadığı bir dünya da hapiste yaşamaktadırlar. Bu aldatıcı dünya filmde ‘’Matrix’’ olarak simgeleştirilmiş ve var olduğu müddetçe kendilerinin asla özgür olamayacakları dile getirilmiştir. Yahudi halkı Vadedilmiş Topraklar dışında özgür değildir, hapistedir Mesih’in gelişiyle birlikte korku, şüphe, inançsızlık sona erecektir. Hapiste olduğunu bilmeyen insanlar düzenin bozulmaması adına Mesih’e karşı çıkabilecektir.
Yahudilere göre evrensel tarihin tek amacı Tanrının Krallığını kurmaktır. Tanrı, sevgili kullarını dünyanın sonunda kendi krallığında toplayacak ve onlara kaybettikleri her şeyi geri verecektir. Vadedilen Topraklar’a dönecekler, mabedi yeniden inşa edecekler ve ölmüş olan İsrailoğulları dirilecektir. Tanrının Krallığı tam bir adalet, tam bir iyilik ve tam bir mutluluktur. Tanrının Krallığı gerçekleştiğinde çöl ve kurak yerler yeşillenir, bozkırlar sevinir, her taraf çiçeklerle kaplanır, körlerin gözleri, sağırların kulakları açılır, topallar geyikler gibi koşmaya, zıplamaya başlar, dilsizler konuşur, çölde sular fışkırır, kızgın kumlar göllere dönüşür, susuz topraklar su kaynağı olur ve tüm bunlar Tanrının bizzat kendisinin gelmesi ve insanları kurtarması ile olur. Kurtla kuzu bir arada duracak, kaplan oğlakla yatacak ve buzağı genç aslanla bir arada olacak ve bunların hepsini küçük bir çocuk güdecek. Emzikteki çocuk kara yılanın deliğinin üstünde oynayacak ve sütten kesilmiş çocuk elini engereğin kovuğu üzerine koyacaktır. Tabii bütün bunların gerçekleşmesinden önce Mesih gelecek ve hazırlık yapacaktır.
İnancı ne olursa olsun ‘’zamane’’ davranışlardan ve insanlardan şikâyetçi olmayan kimse yoktur, herkes en azından nükleer santraller, nükleer silahlar, karbon salınımı, buzulların erimesi, çevre kirliliği veya yeni nesillerin büyüklere saygısının azaldığı konusunda hemfikirdir. Her üç filmde de tamamen İsrailoğullarının inanışlarından birini anlatan The Matrix’in başarısı –ikinci ve üçüncü filmler aynı başarıyı sürdüremese de- seyirciyi sıkmamasında ve yazımda da vurgulamaya çalıştığım gibi seyircinin genel anlamda itirazının olmayacağı konuların anlatılmasında yatmaktadır. Çok zorlama olsa da, Marksist bakış açısıyla okunduğunda maddi üretim araçlarını elinde tutan burjuvazinin kitleler arasına yaydığı ‘’yanlış bilinç’’ ve buna karşı verilen mücadele olarak da okunabilir. Ghost in the Shell ile aralarındaki benzerlik ise Avatar ile benzerliği ne kadarsa o kadardır.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın öteki film kritikleri için şu sayfaya bakınız.
Voyager (1991, Volker Schlöndorff)
Ağustos 25, 2024 by Editör
Filed under Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Voyager filmi 1991 yapımı, Max Frisch’in Homo Faber romanından, Volker Schlöndorff tarafından yapılan bir uyarlamadır. “Homo Faber” Alman kültürel geleneğinde kendini romantik element ile bağlantılandırmıştır ve sosyal bir norm olarak teknokrasinin bir eleştirisini yapmıştır. Dolaylı anlamda politik bir romandır. Daha çok metafizik ve kişisel sorunlar ile içli dışlı olunmuştur. Kişisel açıdan bakıldığında, Frisch ve Schlöndorff’un otobiyografik anlamdaki etkilerine açıktır. Frish’in de roman kahramanının yaşadığına benzer deneyimleri olmuştur. Kendisi de onun gibi teknoloji yönelimli bir insan olup bir mimardır. Schlöndorff’un da karısından ayrıldığı ve onunla belli problemler yaşadığı malum. Bütünsel anlamda bakıldığında Voyager hem Frish’in hem de Schlöndorff’un etkileri ile oluşmuş bir filmdir. Film ve roman arasında belli simetrisizlikler de haliyle bulunmaktadır.
Kitabın ilginç özelliklerinden biri de Güney Amerika ve Avrupa’daki hikâyenin birbirini tamamlayıp sonunda birleşmeleridir. Bu ayrı anlatılar Frisch’in iki ayrı karşıtlık serisi olarak görülebilecek karşıtlıklar sistemini kurmasını sağlayacaktır. Faber bir bilim adamı olmasına rağmen, karşılaştığı deneyimler daha çok sanat ve mitoloji ile açıklanabilecek niteliktedir. Onun serinkanlı bir biçimde dünyayı kontrol etmek istemesine rağmen kader ya da önceden belirlenmişlik ile nitelendirilebilecek bir dizi olayla karşı karşıya kalır. Uçak kazası ya da kızını yılan sokması gibi. Filmin sonunda da bunu istatistiğe vurur. Yılan sokma oranının yüzde 3–10 arası olduğunu söyler.
Bu minvalde Faberbir uyanış yaşayacaktır. Faber makine çağının insanıyken, Orta Amerika’da ölüm ile karşılaşır. Anlatısal yapı karşıtlık serisi sunar: İptidai orman yaşamına karşı rahat New York apartmanı; bilimin yeni dünyası, teknoloji ve endüstriyel gelişime karşı müzelerin eski dünyası, operalar ve eskiçağ kalıntıları; babanın rolüne karşı aşığın rolü. Frisch’in anlatısı akıl/tutku, teknoloji/sanat, makine/beden, deneyim/gençlik, şans/kader, kuzey/güney ve Amerika/Avrupa karşıtlığı temelinde ilerler. Fakat film bir Amerikan filmi olması nedeniyle belli noktalarda farklılaşmıştır. Faber filmde üçüncü dünyanın ilkelliğine ve Avrupa’nın estetik ve felsefi geleneğine karşıt olarak Amerikan teknik uzmanlığının ve kültürel okur-yazarlığın doğrudan bir temsilcisi olmuştur. Romanda Güney ve Kuzey Avrupa arasındaki var olan anlayış karşıtlığı Avrupalı-Amerikan ikileminde basitleştirilmiştir. Bu minvalde Voyager’in yapısı iki paralel seyahati ihtiva eder, bu her iki seyahatin her birinde de ikili bir karşıtlığı birleştiren bir yapıdadır. Hencke’yi görmek için yaptığı seyahat ve Sabeth ile Atina’ya yaptığı seyahat. Her ikisi de kuzey ve güneyi, geçmiş ile şimdiyi, kontrol edilebileni ve kontrol edilemeyeni birleştirecek bir niteliğe sahiptir. Her iki seyahat de kişisel olmayan teknolojik dünyadan iptidai kökenleri olan bir yolculuğu içerir. İma yollu olarak, Faber’in Joachim’in ölümü ile karşılaşması aynı zamanda kendi ölümüyle yüzleşmesidir. Bu ölüm bir çeşit orta yaş bunalımının bir parçası olan ölüme karşı bir tür farkındalık meydana getirecektir.
Seyahatin temeli zamanda ve uzam’da yaşam sürecinin bir metaforu olarak hareket eder. Schlöndorff “Swann in Love” filmindekine benzer bir metafor kullanarak aynı filmdeki ölüm ve yaşamın metaforu olarak kullanılabilecek bir yapıyı da hazırlar. Faber’in Sabeth ile olan ilişkisi ikinci bir doğuş, ikinci bir yaşam olmuştur. Frish ile Schlöndorff’un kurduğu sistemde ölüm yaşamın karşıtıdır ve Voyager bir çeşit aşk hikâyesine dönüşür. Bu şekilde toplumun onaylamaması ve self-destructive yapısı nedeniyle sürdürülemeyen bir aşk ilişkisini sunan Schlöndorf’un eseri boyunca geliştirilen bir örüntüyü de genişletir. Sabeth’in özellikleri aksine, doğal ve normal görünmektedir. Schlöndorff, Ivy ve Hostes karakterlerini ortaya koyar. Faber ve Sabeth’in etrafındaki Amerikalılar yapay karakterdirler ve bu nedenle de Sabeth ile bir karşıtlık içindedirler. Schlöndorff, Frisch’in ikili karşıtlığına yenisini ekler: Yapay Amerikan Kadını vs Doğal Avrupalı Kadın.
Öncekini bir çeşit flört konusu sonrakini ise ciddi bir ilişki olarak konumlandırır. Hostes bir çeşit Sirense [ki onu ölüme götüren] Sabeth ise onu hayata döndürendir. Voyager bununla birlikte kökensel bir paradoksu da ortaya serer: Onun en mükemmel aşkı toplum tarafından en kabul edilmeyenidir. Aşkın gücü onun imkânsızlığı ile doğru orantılıdır. Aslında bu fikir, ulaşılamayan arzunun bir çeşit tatmini olarak yorumlanabilir. İnsanın belki de en fazla arzuladığı şeylerden birisi de anne memesi ya da annenin aşkıdır, kız çocuk için ise baba şeklinde ikame edilir. Burada söz konusu olan ters bir Oedipus ilişkisidir. Saf Arzu’nun bir çeşit tatminidir belki de. Filmin işleyişi de bir “devir “şeklinde bunu ortaya çıkarır. Bu süreğen döngü Haziran Atina’da başlar, aslında filmin sonu başıdır, başı ise sonudur. Ve yine aynı yerde Atina’da bir havalimanında biter.
Film her halükarda Yunan Mitleri ile bağlantılıdır. Salt klasik mitin modern bir tonda sergilenmesi değildir. Aynı zamanda şans ve kaderle ilgili felsefi soruları da gündeme getirir. Antikite ve mitolojiyi çağrıştıran imgeler Sabeth ve Faber’in etrafını çevrelese de, film Klasik fikirlerin ya da modern bilimsel fikirlerin Faber’in durumunu daha iyi izah edeceğine dair tartışmayı sonuçsuz bırakır. Schlöndorff hem görsel hem de işitsel referanslar ile Oedipius’un körlüğünü ima etmiştir. Faber’in bankta otururken Sabeth’in arkadan yaklaşıp gözlerini kapaması ya da gece sürüşünde araba kullanırken direksiyonu Sabeth’in ele alması [çünkü Faber karanlıkta göremez]. Filmin soundaki sahnede de Boarding için bekleyen Faber gözündeki siyah gözlüklerle bir kör imgesine sahiptir. Filmin sonundaki sözleri de bu körlüğün bir göstergesidir; [i have nothing to see any longer, her hands, which don’t exist any more, her movements when she tossed her hair back, her teeth, her lips, her eyes which no longer see anything].
Bakmak ve görmek Voyager’de ana motiflerden biri olmuştur. Özellikle “Handmaid’s Tale” filminde “bakış” bir çeşit haz ve güç kaynağı oluyordu. Ve Schlöndorff’u bakışı ele alışı Voyager’de sinematik olarak dışavurumcu bir şekle geliyor. Faber ve Sabeth aşkı onların karşılıklı bakışlarında yani bu çeşit bir etkileşimde yatmaktadır. İlk görüşte Faber Sabeth’e bakar, daha sonraki tartışma sahnesinde ise Sabeth Faber’e bakar, bu bir çeşit bakış açısı değişimini de beraberinde getirir. Bu bakış açısı filmin ilerleyişi ile paralel olarak birinden ötekine geçer. Bu bir çeşit duygu yoğunluğundaki artışı da meydana getirir ve bu minvalde sevilen ve seven [özne ve nesne] kavramları arasındaki belirsizlik daha çok açığa çıkar. Öznenin nesneleşmesi ya da nesnenin özneleşmesi söz konusu olur; tıpkı Blowup’da fotoğrafçının gözetlenmesine benzer bu ilişki. Bu ise beraberinde Faber’in teslim olmasını da getirir, çünkü o hem bakan hem de simetrik bir ilişkide bakılan konumundadır. Âşık olmak için baba olmanın güç ve avantajından feragat etmelidir.
Bununla birlikte filmde vurgulanmayan, romanın ise çok önemli imgelerinden birini temsil eden bir sahne Schlöndorff tarafından farklı biçimde ele alınmıştır: Romanda yılan, Sabeth’i babası denizde çırılçıplak yüzerken sokar. Faber ise ona yardım etmek için yaklaştığında onunçıplak görüntüsü nedeniyle geri teper ve bu geri çekiliş toprak dolgunun üzerine düşmesine neden olur. Schlöndorff’un versiyonunda ise babası giysi ile yüzmektedir, Sabeth’in onu görüp görmediğini ise bilmeyiz. Sabeth’in kazası babasının seksüalitesinden ürkmesidir. Bu aslında kazara oluşan bir görmedir; yılan vasıtasıyla oluşan bir tesadüf sonucu gerçekleşmiştir. Bu tesadüf roman içinde birçok yerde karşımıza çıkmaktadır; ama en can alıcı noktası yılanın sokması ve Roman’da Sabeth’in babasını görmesidir. Burada yılan sokmasının bir kaza olduğu, tesadüf ve istatistiklerin dışında geliştiği ve babasının seksüalitesinin onu öldürdüğü aşikârdır. Sembolik olarak yılan sokması ile ölüm babasının seksüalitesinin onu yok etmesi ile eş anlamlıdır. Freud düş yorumlarında yılanın penis ve seksüel güdülerin bir sembolü olduğunu belirtir. Yılan’ın düşteki anlamı seksüalite ile bağlantılıdır, daha geniş biçimde ele alınırsa eğer kadınsanız eril enerjinin ya da erkekler ile olan ilişkinin nasıl deneyimlendiği konusunda bir fikir verir. Yılanın kazara Sabeth’i sokması baba ile seksüel ilişkisinin kazara gelişmesi ile de bağlantılıdır.
Walter’in yaşadığı belli ikilimler de söz konusudur. Bunların en başında Baba-âşık ikilemidir ve görsel bir simetri ile biri diğerini tamamlamaktadır. İlk olarak Sabeth ve Faber gemideki partiyi terk etmişlerdir ve Faber ona evlenme teklifi eder. O hem ciddi hem de hayalidir; baba kısmı âşık kısmı ile çelişen bir vaziyettedir. Kurt’un ortaya çıkması da onun daha çok “baba” niteliklerini gün yüzüne çıkaracaktır. Onun baba özelliklerinin açığa çıkışını Roma’ya otostopçekerek gitmesini istememesinde ve hostes olmamasını istemesinde yatmaktadır. Bu sahneler de “karakterin yokluğu” ve onun meydana getirdiği anlık kaybediş ilerleyen sahnelerdeki “kader”in habercisidir. Bu minvalde mekân ve metafor hislerin bir göstergesi konumuna geçmiştir. Baba olmak çocuktan ayrılıştır: âşık olmak ise birleşmeyi ve özdeşleşmeyi içerir.
Max Frisch ve Volker Schlöndorff baba ve âşık arasındaki bu rol çatışmasını başarılı bir şekilde sinematik düzleme aktarır. Onu bahçede gördüğü zaman hissettiği duyguları tahmin etmek zor değildir. Hannah’ın onların görüşmesine engel olması neticesinde yaşadığı zor bir ikilemdir aslında; ne bir baba ne de bir âşık olabilmiştir. Bununla birlikte Schlöndorff’un eserlerinde kullanılan leitmotiv söz konusudur. Sabeth ve Hostes arasındaki ilişki daha geleneksel bir leitmotiv’e hizmet eder. Bir anlamda hostes Sabeth’in “alter egosu” olarak değer kazanır. O bazen olumsuz bir yönde de olsa değişim geçirir; yani bir çeşit yaşlı adam ile genç bir kadın arasındaki ilişkidir. Hostes makine çağına adapte olan bir kadının temsilidir. Schlöndorff bu iki karakter arasındaki bağlantıyı canlı tutar. Sabeth ise Faber’e hostes olmak istediğinden bahseder [sembolik olarak Kurt'un deyimi ile "bağımsız kız" belki de makine çağında özgürlüğünü, anarşisini, tutkusunu yitirecek, tek tip hale gelmiş bir sistemin bir çarkı olacaktır.] Fakat Faber belki de bu hostes karakteri ve kendi yapısı ve karşılaştıkları nedeniyle istemez. [son sahneyi hatırlayalım: Matematikçi olmana rağmen 9 ayı nasıl unutabilirsin?].
Bu filmde Schlöndorff sanatın ve sanatçının rolünün insan deneyimindeki bir değerlendirmesini sunar. Voyager sanatı özgürleştiren bir doğaya sahip olan bir şey ve kişinin tutkularını temsil ve tatmin eden bir yana sahip olan bir form olarak sunar. Bu form aynı zamanda modern dünyanın kişiliksizliğine karşı bir çeşit panzehirdir. İsminden de anlaşıldığı gibi [Elisabeth] Sabeth saf ve temiz bir varlıktır, bozulmamıştır. İnsanın değişen durumu açısından bakıldığında, sanat ve teknolojinin rolleri arasındaki gerilim bu filmi modern filmlere bağlayan bir temadır. Bu minvalde Wim Wenders’in “Until the End of World” filmine oldukça yakındır.
Kaynaklar
Volker Schlöndorff’s Cinema: Adaptation, Politics and the “Movie-Appropriate” By Hans-Bernhard Moeller, George Lellis, Southern Illinois University Press Carbondale and Edwardsville.
Seçim Bayazit
calderon@sanatlog.com
Yazarın diğer film okumalarına ulaşmak için şu sayfaya bakınız.
Barton Fink (1991, Coen Kardeşler)
Ağustos 12, 2024 by Editör
Filed under Kült Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Coen Kardeşlerin yönetmenliğini yaptığı Barton Fink filmi, top 10 listemi çıkarsam muhtemelen bu listede Fellini’nin 8½ (1963) filmi ile yan yana yer alırdı. Tıpkı 8½ filminde olduğu gibi Barton Fink de aslı esasında bir yaratıcılık krizini konu alır. Lakin salt bunun etrafında dönmez. Broadway’de oyunlar yazan bir karakterdir Barton Fink (John Turturro). Dostlarından birisi ise onun aklına “Hollywood fikri”ni sokar. Kendisi hakkında yazılan yazılar onu prodüktörler için kendinden menkul “bir arzu nesnesi” durumuna getirmiştir. Bu minvalde o da Las Vegas’a gider. Burada bir filmin senaryosunu yazacaktır. Film ise taytlı şişman güreşçileri konu alacaktır; fakat ifade ettiğimiz gibi “yaratıcılığı meme yapan” bu yazar hiçbir şey yazamaz ve başka bir yazardan yardım ister. Bu yazar ise W.P. Mayhew adında ve William Faulkner’a inanılmaz benzerliği bulunan bir aktördür. Zaten bu referans oldukça bilinçli verilmiştir. Barton Fink’in hayatıyla Faulkner’ın hayatı belirli paralellikler taşımaktadır. Her ikisi de yazar olmasının yanında, senaryo yazarlığı da yapmıştır. Tabii ki Hollywood aynı zamanda bir yazarlar çöplüğüdür. Fink’in odasının “çöplük” olarak nitelendirilmesi bunun tanıtıdır.
Faulkner’ın anlatıcısı “güvenilmez anlatıcı”dır. Bu anlatıcıyı “The Sound and the Fury” (Ses ve Öfke) isimli eserinde de görmekteyiz. Roman geleneksel bir olay örgüsü ile anlatılmaz. Sınırlar belirsizleşir, kadiri mutlak bir anlatıcıdan yoksunuzdur, hatta hatta zihinsel engelli bir roman kahramanının sekteye uğramış anlatımı ile okuyucunun sarılacağı dal elinden alınmıştır. Barton Fink filminde de farklı bir durum görmeyiz. Bazen yaratıları yazara vurmaktadır [ABD donanma askerlerinin veda gecesi bunun ifadesidir] ve “common man” modeli olarak yarattığı Charles (John Goodman) ise onu kendisini dinlememekle suçlamaktadır. Bu dinlememe durumu, aslında kültürlü ile avam arasındaki sürekli devam eden gerilimi de yansıtmaktadır.
Bir başka referans ise Kafka’nın “Die Metamorphosis” (Değişim) isimli öyküsünedir. Bu novella’da bildiğiniz üzere Gregor Samsa gezici bir pazarlamacıdır. Aynı gezicilik Charles’da söz konusudur. Fakat burada sivrisinek’in Kafka’nın ungeziefer’i ile belirli ortak noktaları olduğu gibi farklılıkları da vardır. Burada sivrisinek aslında gerçekliğin belirsizliğine dair bir semboldür. Sivrisineği öldürmek için Audrey’nin sırtına vuran Barton Fink onun ölmüş olduğunu fark eder. [Sivrisinek'in ölümü bu durumu sembolize eder. Aslında yaşadığını zannedip sırtına vurmuştur.] Bununla birlikte prodüktör ve yazar arasındaki ilişkiye refere eder. Yazarların ekonomik kaygılar ve senaryo yazarlığının getirdiği para neticesinde kendi entelektüel yetilerini şirketlere satmalarını ve şirketlerin bunu yiyip bitirmelerini konu alır. Bir sivrisinek gibi kanlarını emmektedir. Fakat buradaki ilişki belki de Coen Kardeşlerin modernist tekniği ile belirsizleştirilmiştir. Bunu ise şu şekilde anlayabiliriz: Öncelikle bu sivrisinek’in yorumlanması tek boyutlu değildir. Katmanlı bir şekilde kurulmuştur, aynı sivrisinek ve kurban ilişkisi Mayhew ile Audrey arasında da söz konusudur. Bunu seyircisinin gözüne sokan ise haliyle Barton Fink’tir.
Buna ilaveten otel’in de belirli sembolik anlamları vardır. Öncelikle tekinsiz bir oteldir. Bilhassa asansörcü adam ile resepsiyonist Kafka’nın karakterlerini andırmaktadır. Aslında bir şeylerin yazarın kafasının içinde olup bittiklerini; bazen soundtrack olarak kullanılan nefes alıp verme sesi ise bizi senaryo yazarının bir senaryosu içinde olup olmadığımız konusunda şüpheye düşürür. Çünkü hep Chet hem de asansördeki adam “sanki bir romanın bir kesitinden alınma gibidir”. O kadar düzdürler ki bu düzlük ve dolaysız olmaları onlar hakkında bir tekinsizlik hissi uyandırır. Buradaki tekinsizlik kelimesini Freud’un kullandığı “unheimlich” anlamında kullanıyorum. Aslında tekinsiz insanın kendinden bir parçadır. Tanınmayan içimizdeki öteki ya da Dostoyevski’nin “dvoynik” [ikiz, öteki, bir başka ben]idir. Roman yazarının yarattığı her karakter de aslında onun için bir başka bendir. Herman Hesse’nin “Der Steppenwolf”taki (Bozkırkurdu) beni içinde birbiriyle savaşan karakterlerdir [Aynı savaşım filmin sonunda Charles, Deustch ve Mastrionotti arasındaki ilişkide daha belirgin ortaya çıkar]. Yani onun bir yaratısıdır. Filmde de bu modeller birçok şekilde ortaya çıkmaktadır.
Öncelikle bu eski ve tecrit edilmiş otel Charles’ın zihninden başka bir şey değildir. Bu zihnin birçok kapısı vardır ve kapının önünde ayakkabılar bulunmaktadır. İngilizcede bir deyim vardır, o da şu anlama gelir; “put oneself in someone else’s shoes”, yani bu deyimin tam anlamı, “kendini onun yerine koy, bir de onun bakış açısından bak” anlamına gelmektedir. Yani bu deyimi kelimesi kelimesine çevirdiğimizde filmdeki bir referansa dönüşmektedir. Bu minvalde ayakkabıların büyük bir önemi vardır. Öncelikle tüm ayakkabılar kapının önündedir ve bu ayakkabılar sadece Chet tarafından toplanılıp parlatılmaktadır ve buradaki her oda Fink’in kafasındaki olanak halindeki senaryoları betimlemektedir. O senaryolardan birisini kullandığında ya da yazdığında ve yahut da etkinlik haline getirdiğinde haliyle o karakterle özdeşleşecek, ona kendinden bir şeyler katacaktır. Yani onun ayakkabılarını giyecek ve onun bakış açısından bakacaktır. Chet’in Fink ile Charles’ın ayakkabısını yanlışlıkla birbirlerine vermesini başka nasıl anlayabiliriz ki? Haliyle bu ayakkabı Fink’e büyük, Charles’a ise küçük gelmiştir. Burada aslında kültürlü insan ile halktan insanın bir tartışması vardır. [Bu arada George Orwell'ın Aspidistra romanında kullandığı gibi “kütüphanedeki kitaplar arasındaki Darwinci mücadele” burada belki olanak halinde yazarın kafasındaki tasarılarda da mevcuttur ve bu savaştan galip çıkan "Güreşçi Charles"tır. Filmin sonunda Charles'ın odasının yanmamasını ve o odaya girmesini başka nasıl yorumlayabiliriz ki?]
Fakat ilginç bir noktadır ki her ne kadar Barton Fink yazarlar ve onların ucuz yazıları hakkında atıp tutsa da aslında kendi kendini yok eden bir şey ortaya koymaktadır. Belki de bu çelişkinin farkında değildi Fink. Burada başka bir kelime oyunu ise “Fink” adında yapılmaktaydı. Fink’in söylenişine dikkat edildiğinde aslında “think” gibi okunmaktadır. “Think” ise bildiğiniz gibi “düşünme” anlamına gelir. Fink’in biteviye düşünerek gerçekliği tıpkı Kafka gibi kurduğunu söylemiştik; yani gerçeklik bilinç ve algı düzeyine indirgenmiştir. Eğer K. Şato’ya bakıyorsa “Şato” vardır. [O kafasını çevirene kadar şato varolmaya devam edecektir.]
Film sanatsal yaratının doğası üzerine de belirli sorular sorar. Öncelikle Fink’in yazamamasını neye bağlamalıyız? Sıcaklığa ya da sivrisineklere mi? [Bu arada bu sıcaklığın biteviye ikinci dünya savaşında gaz odasında öldürülen Yahudilere de bol bol referans verdiğini söylemeliyiz.] Filmin sonunda yer alan otelin yanması olgusu da aynı paralellikte incelenebilir. Ama burada stilistik bir element de söz konusudur. O da sadece Charles’ın hikâyesinin bizim gözümüzün önünde olmasıdır. Biz çok belirgin olmasa da Charles’ın bize çıtlattığı fakat Fink’in değinmediği hafif meşrep kızlar hikâyesini sadece yüzeysel olarak biliriz. Bu ise o koridorda gerçekleşen çeşitli olaylar hakkındadır. Burada Charles’ın her ne kadar duysa da kulağının kapalı olduğunu belirtmek zorundayız. Çünkü kendisi de bir yaratıdır. Burada kadiri-mutlak bakış açısına sahip olan sadece “Barton Fink”tir. Filmin sonuna doğru da otelde kafasındaki olanak halinde olan tüm karakterlerin sesleri duyulur. Belirttiğim gibi sadece Charles’ın odası yanmaz. Çünkü ortadan kaldırılmayacak olan ve belki de bu Darwinci mücadeleden tek ayakta kalan Charlesın hikâyesidir. Diğer olanak halinde olan tüm hikâyeler kâğıt ve mürekkebe bürünemezler.
Bu arada Barton Fink’in kulağındaki pamukları nasıl yorumlamalıyız? Bu her ne kadar kimileri tarafından “Amerikan Solculuğu”nun 1940′lardaki “Yahudi Soykırımı”na karşı ilgisizliği olarak yorumlansa da, aslında Barton Fink karakterinin oldukça ezik olduğu ortaya çıkacaktır. Dış dünya ile bağlarını koparmış ve kendini yazma tanrısının ellerine bırakmıştır; aslında kendi dünyasında yaşamaktadır. Filmin başından itibaren, Kafka karakterlerinin gerçekliği her hareketleri ile inşa etmeleri gibi Barton Fink de gerçekliği/anlatıyı sürekli üretir. Bunun bazen farkında olmak zor olsa da filmin başında başka bir odadan gelen ağlama ile karışık gülme sesleri [Charles'ın sesidir bu] belki de film içinde daha ileriki bir sahneye referans vermektedir ya da aslında belki de Barton Fink sandalyesinden hiç kalkmamıştır ve yazdığı daktilonun kâğıdında çözülen kamera ise salt bu yazma ediminin bir “gerçekleşmesi” şeklinde vuku bulmuştur? Bunu defalarca belirtmekte zarar görmüyorum ama her halükârda film içindeki gerçek ve düş sınırının daha da belirsizleştirilmesine neden olmaktadır.
Peki, yazarın işlevi nedir? Hayatlarından çaldığı insanları cilalayıp pazara sunmak mıdır? [Tıpkı bir ayakkabı gibi, insanın tahayyül edip ürettikleri de sürekli cilalanır.] Peki, yaratma süreci nedir? Bir boşalma süreci midir? Peki, biteviye düşen duvar kâğıtları ve ondan çıkan yapışkanımsı sıvı için ne demeliyiz? [Sanatsal anlamda yaratma anı bir boşalma anıdır ve bu sıvı da bir spermi andırır.] Aslında otel Charles’ın zihni gibidir, daha doğrusu onun kendi zihni içinde sınırlanmışlığının “Dante”ce bir ifadesidir. Cehennemsi sıcaklık ise bunun bir göstergesi. Bunu ise “onun deliliği” ile yani mental sınırlanmışlığı ile bağlantılandırabiliriz. Belki de o Borges’in “Circular Ruins” [Döngüsel Yıkıntılar] isimli öyküsündeki hayal edilen ve kendisinin de bir hayal olduğunu ateşin yakmaması ile anlayabilen karakterle özdeşleştirilebilir. Belki de filmin sonunda yaptığı serzeniş bunun bir kanıtıdır. Fakat bu infernal yapı, aynı zamanda başka bir şeyi de sembolize etmektedir. Charles’ın kulak akıntısı ile duvarlardaki akıntı sanki aynı cins bir akıntı gibidir. Aslında Fink, Charles’ı hiç dinlememiştir. Çünkü yaratan odur. Bu “common man” kendisinin hiç anlaşılmadığından serzenişte bulunmaktadır. Bunun için kendi sözüm-ona tanrısına kızmıştır fakat duvarlardan akan sıvı hayal eden ve hayal edilen için de belirli sınırlar inşa etmektedir…
Seçim Bayazit
calderon@sanatlog.com
Yazarın diğer film eleştirileri için tıklayınız.
SanatLog - Criterion Film Okumaları
Temmuz 23, 2024 by Editör
Filed under Kült Filmler, Klasik Filmler, Manşet, Modern Klasikler, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Aşağıda, Criterion Collection’dan çıkan kimi filmlerin analizlerinin yer aldığı linkler (şimdiye dek Criterion kaynaklı 45 filmi incelemişiz) var. Kolayca bulunabilip okunsun diye bir araya getirdik. Toplamda ise 42 film eleştirisi yer alıyor.
Yazarların isimlerine göre alfabetik olarak linkledik. İyi okumalar.
Film okumaları devam ettikçe sayfa da güncellenmeye devam edecektir.
Not: Bu sayfa, SanatLog’u sosyal medyada temsil eden Orhan Miçooğulları’na ithaf edilmiştir.
Cihan Gündoğdu
Otto e mezzo (1963, Federico Fellini)
Rebecca(1940, Alfred Hitchcock)
The Curious Case of Benjamin Button(2009, David Fincher)
À bout de souffle & Alphaville & Pierrot le fou(1960-1965, Godard)
Autumn Sonata (1978, Ingmar Bergman)
Brief Encounter (1945, David Lean)
Cría cuervos (1976, Carlos Saura)
Det sjunde inseglet (1957, Ingmar Bergman)
Kagemusha & Ran (1980-1985, Akira Kurosawa)
Le Mépris (1963, Jean-Luc Godard)
Paris, Texas (1985, Wim Wenders)
Picnic at Hanging Rock (1975, Peter Weir)
Rashômon (1950, Akira Kurosawa)
The Hit (1984, Stephen Frears)
Il deserto rosso (1964, Michelangelo Antonioni)
Belle de jour (1967, Luis Bunuel)
Le fantome de la liberte (1974, Luis Bunuel)
The Silence (1963, Ingmar Bergman)
Akahige (1965, Akira Kurosawa)
Drunken Angel (1948, Akira Kurosawa)
Miyamoto Musashi Üçlemesi (1954-1955-1956, Hiroshi Inagaki)
Ichiban utsukushiku (1944, Akira Kurosawa)
Samurai Rebellion (1967, Masaki Kobayashi)
Seven Samurai (1954, Akira Kurosawa)
Smultronstallet(1957, Ingmar Bergman)
Sugata Sanshiro (1943, Akira Kurosawa)
Sullivan’s Travels (1941, Preston Sturges)
Winter Light (1962, Ingmar Bergman)
Taste of Cherry (1998, Abbas Kiarostami)
Angst essen Seele auf (1974, Rainer Werner Fassbinder)
Boudu sauve des eaux (1932, Jean Renoir)
Hiroshima mon amour (1959, Alain Resnais)
Ikiru (1952, Akira Kurosawa)
Knife in the Water (1962, Roman Polanski)
La grande illusion (1937, Jean Renoir)
La strada (1954, Federico Fellini)
L’eclisse (1962, Michelangelo Antonioni)
Les enfants du paradis (1945, Marcel Carne)
Lola (1981, Rainer Werner Fassbinder)
Peeping Tom (1960, Michael Powell)
The 49th Parallel (1941, Michael Powell & Emeric Pressburger)
Throne of Blood (1957, Akira Kurosawa)
Olympus Has Fallen (2013, Antoine Fuqua)
Temmuz 7, 2024 by Editör
Filed under Manşet, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
“Bizi sadece bir Tanrı kurtarabilir. Bu dünya artık üzerinde “insanların” yaşadığı bir yer değil.’’ (Heidegger)
Amerikan Başkanı’nın yakın koruma ekibinin liderliğini yapan Mike Banning (Gerard Butler) isimli gizli servis ajanı işinde olduğu kadar Başkan (Aaron Eckhart) ve ailesiyle olan ilişkilerinde de başarılıdır. Başkanla boks idmanı yapmakta, başkanın eşi ile şakalaşabilmekte, hatta başkanın oğlu tarafından, arabada babasının yanında oturmaya tercih edilebilmektedir. Başkanın eşinin öldüğü bir trafik kazasında Başkan’ın hayatını kurtarmış olsa da ekibin lideri olduğundan fatura Mike’a kesilir. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır sözünü doğrularcasına kızağa çekilen Mike’ın karısıyla ilişkileri de eş zamanlı olarak bozulmaya başlamıştır. Kazanın üzerinden on sekiz ay geçmiştir ve her şey kötüye gitmekte, onunla karşılaşan çaylak gizli servis elamanlarının bile alay ettiği bir figür halinde gelmektedir. Bir gün başkanlık konutunun teröristler tarafından ele geçirilmesi ve başkanın esir alınmasıyla, Pentagon ve Amerikan Genelkurmayı’nın elinin kolunun bağlı kaldığı bir ortamda Mike sahneye çıkar ve herkese gününü gösterir. Konu artık mide bulandıracak kadar sıradan ancak filmde işlenen bazı temalar nedeniyle ve kadronun küçük çaplı bir yıldızlar geçidi oluşturması sonucu bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Olimpos, Yunan mitolojisinde tanrıların mekânıdır. Rivayete göre Zeus’un, babasını yenmesiyle yeryüzünde titanların egemenliği sona ermiş, erkek tanrılar egemenliklerini belirlemek için kura çektiklerinde Zeus’a gökyüzü, Poseidon’a deniz, Hades’e ise yeraltının egemenliği düşmüştür. Zeus böylece, dünyanın, yaşamın ve insanın yaratıcısı olmadığı halde tanrıların tanrısı ve evrenin mutlak egemeni haline gelmiştir. Büyük bir kibir sonucu, başkanlık konutuna Olimpos denildiğine göre Amerikan Başkanının Zeus olduğu ima edilir ki, Homeros ve Hesiodos’un bölük pörçük yazılarının elden geçirilmesi sonucu ortaya çıkarılan Yunan mitolojisinin hâlâ yazılmaya devam ettiği görülür. Ayrıca Amerika’nın saldırıya uğramasının Ortadoğu’da kutlanması ile ne denmek istendiğini nasıl anlamak gerekiyor? ‘’Dünya Savaşı Z’’ (2013, Marc Forster) filminin Türkiye’deki dağıtıcılarına göre bu Ortadoğu ibaresi acaba İsrail anlamına mı gelmektedir, merak ediyorum.
Washington D.C. üzerinde -büyük olasılıkla ele geçirilmiş bir Amerikan uçağı- isimsiz bir uçak tespit edilir ancak hava kuvvetlerinin müdahalesi başarısız olur, hatta isimsiz uçağın ateş açması sonucu Güney Kore başbakanı ile görüşme halindeki başkana bir saldırı olduğu haberi verilir. Gizli servis ajanları başkanı korumak için hareket geçerler ve olağanüstü durumlarda işletilen protokolü devreye sokarlar. Bunun içeriğini bilmiyoruz ancak yönetim kademesinin çökmemesi ve zafiyet oluşmaması için başta başkan olmak üzere yardımcısının ve diğerlerinin mutlak koruma altına alınması demek olduğunu anlayabiliyoruz. Başkan -nedense- Güney Kore başbakanı ve ekibinin de protokol kapsamına alınmasını emrediyor. Asla değiştirilmemesi gereken kurallar, başkanın vermemesi gereken, vermiş olsa da uyulmaması gereken emri sonucu değişikliğe uğratılıyor. Böylece terörist ve ekibi, Amerikan başkanı ile aynı odaya girmiş oluyor ki, Kuzey Koreli olduğu söylenen Kang’ın (Rick Yune) bütün planlarını bu değişmez kuralların ‘’değişmesi’’ üzerine kurmuş olmasının filmin en büyük mantık hatası olduğunu söylemeliyim.
Amerika Birleşik Devleri bayrağı için sadakat yemini etmiş olmasına karşın ihanet eden gizli servis ajanı Forbes (Dylan McDermott), başkana, ‘’Bu ülkeyi benden çok önce sattın. Küreselleşme ve Wall Street… Bir başkanı satın almanın maliyeti ne bugünlerde?’’ diyerek ihanetinin ideolojik olduğunu dile getiriyor. Para için ihanet etmemesine karşın ölüm anında nedamet getirerek Mike’a yardım etmesi çelişkili bir tutum oluşturuyor. Kang’ın, ‘’Açlık çekmenin ne demek olduğunu artık Amerikalılar da öğrenecekler.’’ demesi filmin arasına serpiştirilmiş edinilmiş öfke kapsamında değerlendirilebilecek sözlerdir. Propagandanın dengelenmesi maksadıyla, edilgen konumdaki seyircinin arkasına yaslandığı koltuğunda, büyüsüne kapıldığı filmin tamamen nesnel olduğuna inanmasını sağlamaya yarayan edinilmiş öfke söylemleri Hollywood tarafından filmlerin doğasına eklemlenmekte, böylece olaylar ve olgular arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramayan cahil beyinler tarafından peşinen lanetlenen eleştiri bir sömürü kaynağı haline dönüştürülmektedir. Kendini filmin kahramanı ile özdeşleştiren ve koşullandırılmış seyirci eleştirilerin doğruluğunu kabul ettiği an kendi esaretine katkıda bulunmuş olacağından, bunu daha baştan reddedecektir.
Hades’in yönettiği ölülerin bulunduğu yeraltının kapısında bekçilik yapan üç başlı köpek anlamına gelen ve nükleer silahların bertaraf edilmesinde kullanılan Kerberos sistemi de Yunan mitolojisinden alıntıdır. Ayrıca başkanlık konutu nasıl bir yer ki, başkanın yakın koruma görevinden uzaklaştırılan bir kişi on sekiz ay sonra bile bütün şifreleri biliyor, güvenlik seviyesinin durumunu düşünün… Başkanın şifresinin de cüzdanında bir kâğıt parçasında yazılı olduğunu bilmek şaşırtıcı olmaz.
Coğrafi keşiflerine eskatolojik bir anlam yükleyen ve İncil’in yeryüzünde yayılması yolunda, ‘’Allah beni yeni bir göğün ve yeni bir yeryüzünün elçisi yaptı.’’ diyen Kristof Kolomb, Paria Körfezi’nde gördüğü soğuk su kaynaklarının Eden bahçesini sulayan dört ırmaktan biri olduğuna ve ‘’yeryüzü cennetine’’ yaklaştığına inanıyordu. Ancak böyle düşünen yalnız Kolomb değildi. Amerika’ya ilk ulaşan öncüler kendilerini Kızıldeniz’den geçen İsraillilerle özdeşleştirmişler ve kendilerinin Allah’ın inayeti ile “tepe üstündeki site” kurmak için seçilmiş olduklarına inandıklarından, Batı’ya doğru güneşin yolunu takip etmişlerdi. Böylece protestan koloniciler arasında Amerika kıtasının yeryüzünde İsa Mesih’in ikinci geliş yeri olarak seçildiği konusunda tam bir inanç bulunuyordu. Bazı öncüler, Amerika’nın muhtelif bölgelerinde cenneti görüyorlardı. Meselâ, 1614’te John Smith, ‘’Gök ve yer, insan için bir barınak oluşturmak üzere hiçbir yerde asla bu kadar ahenkli olmamıştır. Biz Allah’ın böyle yarattığı bir ülkeye geldik.’’ diye yazmış, Filistin ile aynı enlem üzerinde bulunan Maryland ‘’yeryüzü cennetine’’ benzeyen tek yer olarak kutsanmıştır. Bazıları için Massachusetts, Rabbin ‘’yeni bir gök ve yeni bir yer” yaratacağı yerdir.
Amerikan Başkanları da bu inancı paylaşmışlardır. Wilson, ‘’Amerika’nın kendi ilkelerini bütün dünyaya yayma’’ görevi olduğunu, bu inancın hemen her Amerikan liderinde ve her Amerikalıda bulunduğunu, hatta bulunması gerektiğini söyleyerek, Tanrı’nın dünyayı yönetmesi için seçtiği ulusun, değerlerini tanrı adına yayması gerekliliğini dile getirmiştir. Amerikan ideallerini ve değerlerini tüm dünyaya yayma konusunda Jefferson, ‘’Amerika bütün insanlık adına hareket etmektedir.’’ derken, Truman ülkesinin ‘’bütün ulusların ve halkların kendi kendilerini uygun gördükleri şekilde yönetmekte özgür oldukları’’ bir dünya oluşturmak istediğini söylemiştir. Eisenhower, ‘’Tanrı özgürlüğün korunmasını zayıf ve korkağa vermemektedir. Liderlik bir ödüldür ve bundan Amerika’nın yararı, kendisine yardım etmeleri için diğerine yardım etme ayrıcalığıdır.’’ derken, Johnson, ‘’Amerikalıların hayatları, çok az tanıdığımız ülkelerde sona erecek ve hazinesi tükenecek ise, o zaman bu, inancımızın ve ebedî anayasamızın istediği bir bedeldir.’’ vurgusunu yapmış, Bush ise ‘’Amerika’nın Haçlı Seferlerine çıkmaktan’’ kaçınmayacağını söyleyerek son noktayı koymuştur.
‘’Hakkımızda iyi veya kötü şeyler düşünen her ulus bilsin ki, özgürlüğün yaşanması ve başarılı olması için her bedeli ödemeye, her yükü taşımaya, her güçlüğe katlanmaya, her dostu desteklemeye, her düşmana karşı koymaya hazırız.’’ (John. F. Kennedy)
Düşüş olmasaydı, kurtuluşa da gerek kalmayacaktı. Düşüş mitosu ve İsa peygamberin insanlığın günahları için kefaret olarak yeryüzüne indirildiği ve Mesih olarak yeniden dünyaya döneceği düşüncesi Hıristiyanlık için hayati öneme sahiptir. Amerikan başkanının esir alınarak ‘’düşmesi’’ dünya düzeninin yeniden oluşturulması için adımların atılmasına yol açacaktır. Başkan, ulusa sesleniş konuşmasında bunu şöyle dile getirir:
‘’Düşmanımız, sadece bizi ve sahip olduklarımızı değil, yaşam biçimimizi de yok etmeye, inancımızı yıkmaya, özgürlüğümüzü ayaklar altına almaya geldiler. Ancak bize en değerli hediyeyi, yeniden doğma fırsatı verdiler. Yenilenmiş, daha güçlü ve birleşmiş olarak tekrar yükseleceğiz.’’
Beyaz başkanı korumak için kendilerini mutlak ölüme atan korumalar başkanlık konutunun kapısından makineli tüfek ateşine atılmaktan çekinmezken Mike vekil siyahî başkanın (Morgan Freeman) emirlerini dinlemez, hatta küfürlü konuşmaktan çekinmez. Film boyunca ‘’siz vekil başkansınız’’ sözü o kadar fazla kullanılmıştır ki, haddinizi bilin, şu an için başkan olabilirsiniz ama ulusal güvenlikle ilgili konular görev alanınıza girmez denmeye getirilir. Kang bile ilk bağlantıda ‘’sayın sözcü’’ diyor ki, siyahî adamı başkan olarak ciddiye alan yok.
Yere yatırılmış ve boğazına bıçak dayanmış amiral gözlerini başkandan ayıramaz. Teröristlerin ölüm tehdidini umursamamaktadır. Başkan emretmezse şifreyi söylemeyecek ve ölecektir. Savunma bakanı da benzer bir durumla karşılaşmıştır. İkisi de başkanın doğrudan emir vermesi sonucu ‘’istemeyerek’’ ancak emri ikiletmeyerek kendilerine ait şifrelerini teröriste verirler. Başkanın emretse bile ölecek insanları ve vatan topraklarını düşünerek şifresini vermese teröristin elleri kolları bağlanacaktır ancak orası Olimpos ve emri veren de yeryüzünün tanrısı olduğuna göre onun emirleri asla sorgulanmaksızın yerine getirilmelidir. Özellikle amiralin boğazına bıçak dayanması ve benzeri sahneler akla İbrahim peygamberin oğlunu kurban etmesini getirir. İbrahim peygamber Allah’a iman etmişti. O’nun gücü her şeye yeteceğinden kendisinden yapmasını istediği (oğlunu kurban etmesi) eylemin üzerinde düşünmüyor, bunu bir ‘’cinayet’’ olarak değil iman etmesinin bir yolu olarak görüyordu. Film boyunca da ‘’beyaz’’ başkanın emirleri asla sorgulanmadan yerine getirilir.
Maddi başarıların arkasında ahlak aramadan edemeyen Amerikalılar atom bombasından güdümlü füzelere, gaz ve napalm bombalarından yıkım silahlarına kadar bütün silahları sonuna kadar, kayıtsız şartsız kullanmaya hakları olduğundan asla kuşkuya düşmezler; çünkü sıradan bir düşmanla değil, dünyayı tehdit eden ‘’kötülükle’’ savaştıklarını iddia ederler. Saddam’dan tutun da Kuzey Kore’ye kadar hemen herkes James Bond filmlerinde boy gösteren kötü adamlar gibi dünyayı ele geçirmek için hain planları olan mutlak kötülerdir. Winston Churchill, Almanların ‘’kanaya kanaya, yana yana ölmeleri gerektiğini’’ söylerken Japonlar için de, ‘’onları sileceğiz yeryüzünden’’ diyordu, ‘’tümünü, kadını, erkeği, çocuğuyla.’’ Tabii o zamanlar Kore, Irak, Afganistan gibileri henüz ortaya çıkmadığından onlar hakkında özlü sözlerini edememiş zavallı. Korumakla o kadar övündükleri ‘’medeniyet’’ hakkında Doğulu bir ses bakın ne diyor:
‘’Her yıl altı milyon çocuk kötü beslenme nedeniyle henüz beş yaşına gelmeden can veriyor. Hırsızlık, gasp, soygun, ırza geçme ve daha birçok suç türü ve ahlaksızlık aldı başını gidiyor. Uyuşturucu tüccarları ilköğretim çağını yaşayan çocuklar arasından kendine körpe müşteriler arayışına girişti. Peki, medeniyetler ne yapıyor? Medeniyetler, askerî harcamalar için her saat başı yüz milyon doları tanka, topa, tüfeğe ve mermiye harcıyor. Eğer medeniyet dedikleri buysa ben medeni olmaktan vazgeçtim. Olmaz olsun böyle medeniyet. Medeniyet intihar ediyor. Gümbür gümbür yıkılıyor medeniyet…’’ (İshak Haleva, Türkiye Musevileri Hahambaşı, 27 Eylül 2024)
Forbes’un ‘’ellerini kaldır’’ sözlerine karşı çıkan başkan çok yakın terörist tehdide rağmen teslimiyeti kabul etmemesine rağmen masum insanların acımasızca öldürülmesi karşısında ellerini havaya kaldırmaktan başka çıkar yol bulamaz. Böylece içerden dışarıdan gelen baskıları göğüsleyen ancak insan ölümleri karşısında ‘’geçici’’ olarak feragat ettiği makamını siyahî bir karakter doldurur. Bu sahne ile Başkan Obama’nın seçilme sürecinin kastedildiğini ve yaşanan durumun ‘’geçiciliğinin’’ vurgulandığı düşüncesindeyim.
‘’Bu kompleksin bir ayağında Pentagon, ikinci ayağında Boeing, Raytheon, Lockheed-Martin, General Dynamics, Bechtel gibi dev Amerikan silah şirketleri, üçüncü ayağında ise silah sanayinin yoğun olduğu eyaletlerin Kongre’deki temsilcileri yer alır. Buna ayrıca, çeşitli araştırma-geliştirme şirketleri, silah sektöründeki sendikalar ve bu şirketlere proje üreten bazı üniversiteler de eklenmektedir. Buradaki yapının özelliği Pentagon ile silah şirketleri arasındaki ilişkilerin niteliğidir. Çok sayıda emekli ya da görevinden ayrılmış Pentagon yetkilisi silah şirketlerinde çalışmakta ve aradaki organik bağı oluşturmaktadır. Bu bağların bir yandan ABD ordusunun silah alımı sürecini etkilediği, diğer yandan da Amerikan dış politikasını yönlendirdiği sıkça ileri sürülmüş bir husustur.
ABD’nin Soğuk Savaş döneminde izlediği SSCB karşıtı politikanın bu kadar katı olması, ülkede bir komünizm korkusu oluşturarak silahlanma harcamalarının yüksek tutulması, özellikle nükleer silah alanında ‘’overkill’’i yaratması (yani gereğinden fazla yok etme kapasitesine sahip olması), Vietnam savaşına neden olması ve savaşı uzatması gibi gelişmelerden bu Çelik Üçgen sorumlu tutulmuştur.’’ (İlhan Uzgel)
Askeri-Endüstriyel Kompleks kavramı ABD’deki silah sanayi, Pentagon, Kongre üçgeni içindeki bazı gruplar arasındaki çıkar ilişkilerini ve bunun dış politikadaki etkilerini anlatmak için kullanılmaktadır. Bazen ‘’Çelik Üçgen’’ olarak adlandırılan bu yapıyı ilk kez dile getiren, 1961’de görevden ayrılırken yaptığı konuşmada ülkede bir askeri-endüstriyel kompleksin bulunduğunu ve yönetimin kendisini buna karşı koruması gerektiğini söyleyen Dwight Eisenhower olmuştur. Olympus Has Fallen’ın (Kod Adı: Olympus, Antoine Fuqua) bu kompleksin ürünü ve Obama döneminin zorunluluktan kaynaklanan geçici bir ara verme yönünde bu komplekse bağlı insanları rahatlatmak adına çekilmiş bir film olduğunu düşünüyorum.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer film yazılarına ulaşmak için tıklayınız.