Elsa Morante – Burjuva Ailesi
15 Ocak 2024 Yazar: Editör
Kategori: Edebiyat, Oykü, Sanat, Ustalara Saygı
“Ben burjuva bir ailede doğdum. Babam mühendisti, bir inşaat şirketinde çalışırdı. Maaş yüksek. Normal zamanlarda oturduğumuz evden başka bir de sayfiyede köşkümüz vardı, kendi malımız, çiftliği bir yarıcı işletirdi -kirada birkaç dairemiz vardı, iyi gelir getiriyordu- tabii otomobil -bir Lancia- ayrıca da bankada kim bilir ne hisse senetleri vardı.”
Böylece mali dökümünü yaptıktan sonra, çok yorulmuş gibi durdu. Sonra yeniden sözü sürdürerek, işte orada, aile yuvasında, ta küçüklüğünden beri, kentsoylu hastalığının belirtilerini teşhise başladığını söyledi. Bunlar onu giderek daha sarsıyor, isyan ettiriyordu, o derece ki zaman zaman, çocukken, ana babasını görmeye bile dayanamaz, tiksinti nöbetlerine kapılırdı, gene dişlerini gıcırdatarak ekledi: “Haksız da değildim.”
Sonra öne doğru iki büklüm olunca, sesi bir mırıltı kadar hafifledi, masanın tahtasına önemsiz ve saçma sapan bir şeyler fısıldıyormuş gibi alçak sesle ailesini anlatmaya koyuldu. Sözgelimi babasının bir sürü, çeşit çeşit saplantısı varmış; hatta çeşit çeşit sesleri varmış, patronlarla konuşurken başka, meslektaşlarla konuşurken başka, işçilerle konuşurken daha başka. Babasıyla anası, hiçbir kötü niyetleri olmaksızın hizmetlerinde çalışan kişilere aşağı tabaka derlermiş; onlara karşı alışılmış nazik davranışlarında bile hep bir tür yukarıdan bakma varmış. Esasında hep aşağılayıcı olan ve seyrek işledikleri hayırlara, verdikleri sadakalara iyilikseverlik derlermiş. Her tür sosyete sahteciliğini de görev diye adlandırırlarmış: Yemek çağrılarına karşılık vermek, can sıkıcı bir ziyaret yapmak, şu münasebetle şu ceketi giymek, belirli bir sergide görünmek veya tatsız bir törene katılmak gibi. Konuşmalarının ve tartışmalarının konuları aşağı yukarı hep aynıymış. Şehir veya aile dedikoduları, oğulların ileride varacakları mesleki başarıları konusunda beslenen umutlar, vazgeçilmez veya fırsat sayılacak satın almalar, mal edinmeler, harcamalar, yükselişler, düşüşler, vazgeçmeler.. Ama tesadüfen Beethoven’ın 9. Senfonisi veya Tristan ve Isolde ya da Sistine Kilisesi gibi yüksek konulara değinecek olsalar hemen özel bir yücelmişlik pozu takınırlarmış; sanki böyle yüksek şeyler bile sınıf ayrıcalıklarıymış gibi. Otomobilmiş, giysilermiş, ev eşyasıymış, onlara günlük kullanma eşyası değil de bir tür toplumsal düzenin göstergeleri gözüyle bakarlarmış.
Ailesinin yaşantısında yapmacık ve kokuşmuş olmayan hiçbir şey yokmuş, hiç: Ne davranışları ne sözcükleri ne düşünceleri. Gündelik seçimlerinin tümü de en önemsizine varıncaya dek, üstün bir ahlakın kurallarıymışçasına, harfi harfine uyguladıkları, birtakım dar kafalı inançları temel alıyormuş: Filanca davet edilmeliymiş; çünkü kontmuş; falanca kahveye girilmezmiş; çünkü aşağı sınıftanmış. Ama ahlakın gerçek yasaları karşısındaki şaşkınlıkları, onları alay konusu edebilirmiş. Babasına göre, şantiyede çalışanlardan biri, bir kangal bakır tele el koyacak olsa, hırsız demekti; ama biri çıkıp da babasına, o ünlü hisse senetlerinin, işçilerin ücretlerinden çalınmış olduğunu söylese herhalde güler geçer, inanmazdı. Silahlı bir soyguncu, zorla evlerine girip zarar verse, adam öldürse, anasıyla babası pek yerinde olarak onu ipe çekilmeye layık aşağılık bir cani olarak göreceklerdi; gel gör ki faşist saldırganlar Etiyopya topraklarında bu biçimde davrandıkları zaman, onlara yardıma kalkışılmıştı. Kendilerinin rahat yaşadığı bir sistem, onları hiç kuşkulandırmıyordu. Tembellikten, politikaya yanaşmıyorlardı; nasıl olsa hükümet, onları her tür sorumluluktan kurtarıyor değil miydi? Kördüler, körlerce yargılanan ve başka körlerce güdülen körler; ama farkında değillerdi. Kendilerini haklı sayıyorlardı, buna tam bir inançları vardı, bu inancı da kimse kalkıp yalanlamıyordu. Babası herkes tarafından pek kibar bir kişi sayılırdı, anası lekesiz bir hanımefendi, kız kardeşi ise iyi yetişmiş bir kızdı. Öyleydi de gerçekten, ana babanın yasasına uygun olarak yetiştirilmişti ve onları öylesine doğal biçimde taklit ediyordu ki, zaman olur, kalıtım genlerinin aktardığı ana babanın tıpatıp bir örneği gibi görünürdü gözüne. Onların hak bilirlik inançları, kızda da -embriyon halinde bile olsa- yerleşmekteydi. Sözgelimi, küçük bir çocuk olduğu halde, yarım yüzyıldır evde çalışan ve yaşı bakımından ninesinin anası olabilecek bir kadına hizmet ettirmek -hatta ayakkabılarını bağlatmak- ona pek olağan görünüyordu. Vitrinde gördüğü kareli bir paltoyu aldırmak için -dolapta en azından iki yeni paltosu vardı- ana babasına diretmek ve neden olarak da karelinin moda olduğunu, bütün arkadaşlarının aldığını göstermek, ona hiç de mantıkdışı gelmiyordu. Ama bu arkadaşlar arasında, paltosu bile olmayanlar; hatta kışın ayağına giyecek ayakkabısı bile bulunmayanlar varmış, burası önemli değildi: Sanki onlar başka bir gezegenin insanlarıydı.
İlk çatışmalarından birini hiçbir zaman unutamamıştı. “10 yaşlarındaydım ya da on bir. Babam beni otomobille okula götürürken, yolda, ansızın fren yapmak zorunda kalıyor, birisi kesmiş yolumuzu, meydan okur gibi değil; hatta özür dilercesine. Anlaşılan, bir gün önce bir şantiyeden yol verilmiş bir işçiymiş, doğrudan doğruya babamın yüzünden -öyle anlaşılıyor-. Nedenini hiç öğrenemedim. Henüz yaşlı sayılmaz -40 yaşlarında- ama kaşlarında kırlar var; orta boylu, şişman değil; ama güçlü, öyle ki, daha uzun boylu duruyor. Geniş bir yüzü var, sağlam yüz çizgileri, gene de bizim oralılar gibi, çocuksu kalmış. Muşamba bir ceket ve bir bere giymiş, kireç lekeleri var, besbelli duvarcı. Ağzından her sözüyle birlikte duman çıkıyor -demek ki bu olay kışın geçmiş-. Orada öyle durmuş, elini kolunu sallayarak derdini anlatmaya uğraşıyor; hatta babamı yumuşatmak için gülümsemeye bile çabalıyor. Ama babam onu konuşturmuyor bile, öfkeden kabarmış, haykırıyor: ‘Nasıl cüret edersin! Tek kelime istemem! Bas git işine! Hadi! Defol!’ O anda adamın yüzünden bir titreme geçtiğini görür gibi oldum. Bir yandan da içimden kanım küt küt atıyor, önüne geçemediğim şiddetli bir istek duyuyorum: Şu adam babama yumruklarıyla, hatta bıçakla saldırsın. Ama ne gezer, beriki yolun kıyısına çekiliyor; hatta elini beresine götürüp selam bile veriyor. Bu arada babam ise, öfkeyle, onu ezmek pahasına gaza basmış. Hala söyleniyor, ‘Gizlenecek delik aramalıydı! Aşağılık herifler! Serseri!’ diyor. Dikkat ediyorum, öfkesinden, çenesiyle yakası arasında kalan eti, kırmızımtırak, adi kıvrımlar yapıyor. Oysa sokakta kalakalmış o adamda hiçbir adilik belirtisi görmemiştim. O zaman içime öylesine bir sıkıntı bastı ki Lancia’da babamın yanında olmaktansa, darağacına giden idam hükümlüsünün arabasında olmaya razıydım. Anladım ki, gerçekte biz, tüm bizim gibi burjuvalar dünyanın aşağılıklarıydık ve yolda kalakalan o adamla benzerleri de soyluları. Gerçekte bu adamın yaşında olup kendi yaşıtına boyun eğerek emeğini bir şey karşılığında sunabilen bir kişi ancak soylu bir yaratık, krallara layık onur sahibi biri, her türlü alçaklıktan ve adilikten uzak biri olabilirdi; bunu anladım. Hiç unutmam, yolun ondan sonraki bölümünde, şu Tanrısal duvarcının öcünü babamdan almak için ağır sıklet halter şampiyonu olmaya karar vermiştim. Gün boyu ne babamla ne annemle ne kardeşimle tek kelime konuşmadım, onlardan öylesine nefret ediyordum. Öyle sanıyorum ki, oradan başladı işte. Artık onları aynı gözle görmüyordum: Hep bir mercekle bakıyor gibiydim onlara.. sabit.. şaşmaz..”
Yorumlar
Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz...
Yorumunuzda avatar çıkması için gravatara üye olmalısınız!