Jorge Luis Borges - Olgunluk
Hayatım boyunca kendimi neredeyse bütünüyle kitaplara vermeme karşın, pek az roman okumuşumdur. Okuduklarımda da eğer son sayfaya kadar gelebilmişsem, bunda çoğu zaman yalnızca görev duygusunun etkisi olmuştur. Buna karşılık, iyi bir kısa öykü okuru olduğum söylenebilir, birçok öyküyü tekrar tekrar okumuşumdur. Kendimi bildim bileli, Stevenson, Kipling, James, Conrad, Poe, Chesterton, Lane’in Arabistan Geceleri’ndeki masallar, Hawthorne’un bazı öyküleri bir tiryakilik olmuştur benim için. Don Quixote ve Huckleberry Finn gibi büyük romanların neredeyse biçimden yoksun olduğu kanısı, kısa öykülerden aldığım tadı daha da pekiştirmiştir. Kısa öykünün vazgeçilmez iki özelliği vardır: Biri tutumluluğu, ötekiyse açık seçik bir başı, ortası ve sonu olması. Ne ki, kısa öykünün yazar olarak gücümü ve yeteneğimi aştığını düşündüm yıllarca. Gerçekten öykü yazmaya, ancak uzun yıllarımı alan bir yığın ürkek anlatı deneyinden sonra başladım.
Kendimle çok fazla uğraştığım “Hombres pelearon” adlı çiziktirmemden, ilk gerçek kısa öyküm olan “Hombre de la esquina rosada”ya (Sokağın Köşesindeki Adam) geçmem, 1927′den 1933′e altı yılımı aldı. Kuzey yöresinin eski politikacı ve profesyonel kumarbazlarından, dostum Don Nicolas Paredes ölmüştü. Onun sesini, anlattığı fıkraları, o kendine özgü söyleyişini kâğıda dökmek istedim. Öykünün her sayfasında kılı kırk yarıyor, her tümceyi yüksek sesle okuyor, Nicolas Paredes’in ses tonuna denk düşecek anlatımı yakalamaya çalışıyordum. O sıralar Adrogue’ de oturuyorduk. Öykümün konusuna annemin şiddetle karşı çıkacağını bildiğimden, aylarca gizli gizli yazdım. İlk başlarda adı “Hombres de las oras” (Kenar Mahalledekiler) olan öyküm, yaygaracı bir gazetede, Critica’da benim yayınladığım cumartesi ekinde çıktı. Ama utangaçlıktan, belki biraz da öyküyü kendime pek yakıştıramadığımdan takma ad kullandım; büyük dedelerimden Francisco Bustos’un adıyla yayınladım öyküyü. Gerçi öykü insanın yüzünü kızartacak kadar popülerlik kazandı (bugün öykünün kendisini abartılı ve yapmacık, kişilerini yapay buluyorum), ama onu hiçbir zaman bir başlangıç noktası olarak görmedim. Bir hilkat garibesi gibi öyle duruyor hâlâ.
Gerçek öykücülüğüm, 1933 ve 1934 yıllarında Critica sütunlarında yayınlanan Historia universal de la infamia (Rezilliğin Evrensel Tarihi) adlı diziyle başlar. İşin tuhafı, “Sokağın Köşesindeki Adam”ın gerçek bir öykü olmasına karşın, beni yavaş yavaş doğru düzgün öykülere yönelten bu skeçlerin ve daha sonra gelen anlatısal metinlerin birer deneme oyunu niteliği taşımasıydı. Rezilliğin Evrensel Tarihi’ni yazarken, Marcel Schwob’un Düşsel Hayatlar adlı kitabında yaptığını tekrarlamak istemedim. Kendileriyle ilgili yazılı pek az şey bulunan ya da hiçbir yazılı bilgi bulunmayan gerçek insanların yaşamöykülerini uydurmuştu Schwob… Bense, önce bilinen kişilerin hayatlarına ilişkin ne varsa okudum, sonra da onları kafama göre değiştirip çarpıttım. Sözgelimi, Herbert Ashbury’nin New York Çeteleri’ni okuduktan sonra, oturdum, Yahudi gangster Monk Eastman’ı aslına zerre kadar aldırmaksızın, alabildiğine özgürce yeniden yazdım. Solak Silahşör Billy the Kidd, John Murrell (hatta onu Lazarus Morell adıyla yeniden vaftiz etmiştim), Horasan’ın Peçeli Bilicisi, Tichborne Claimat ve daha pek çoklarında da aynı şeyi yaptım. Doğrusu, kitap olarak yayınlamayı aklımın ucundan geçirmiyordum. Critica okurları için kaleme alınmış yazılardı bunlar; özellikle pitoresktiler.
Şimdi düşünüyorum da, yazmaktan aldığım büyük keyfi bir yana bırakırsak, bu skeçlerin gizli değeri sanırım birer anlatı alıştırması olmalarındaydı.
Sanırım 1937 yılıydı; hayatımda ilk kez tam gün çalışacağım düzenli bir işe girdim. Daha önce ufak tefek yayın yönetmenlikleri yapmıştım. Critica’nın cicili bicili, süslü püslü resimlerle dolu magazin ekini çıkarmıştım. Çok okunan haftalık sosyete dergisi El Hogar’a, ayda iki kez yabancı kitap ve yazarları ele alan edebiyat sayfaları hazırlamıştım. Sinemalarda gösterilen haber filmlerinin metinlerini yazmış, aslında Buenos Aires’deki özel bir metro şirketinin reklâm yayını olan Urbe adlı sözümona bilimsel bir derginin yayın yönetmenliğini yapmıştım. Bunların hepsi de az paralı işlerdi. Oysa evimizin giderlerine katkıda bulunmaya başlamam gereken yaşı çoktan geride bırakmıştım. Şimdi, bazı dostların araya girmesiyle pek de önemli sayılmayacak bir iş bulmuş, kentin güneybatısına düşen iç karartıcı yörelerinden birindeki İl Kütüphanesi’nin Miguel Cané bölümünde başyardımcılığa getirilmiştim. Altımda ikinci ve üçüncü yardımcılar, üstümdeyse bir müdürle birinci, ikinci ve üçüncü görevliler vardı. Başlangıçta ayda 210 peso alıyordum, daha sonra aylığım 240 pesoya yükseldi. Bu para o zamanlar aşağı yukarı yetmiş seksen Amerikan doları ediyordu.
Kütüphanede pek bir şey yaptığımız yoktu. Onbeş kişinin rahatlıkla üstesinden geleceği bir işte nerdeyse elli kişi çalışıyordu. Benim asıl işim, onbeş-yirmi kişiyle birlikte, kütüphanenin o güne kadar kataloglanmamış kitaplarını sınıflandırmak ve kataloglamaktı. Ama kütüphanede o kadar az kitap vardı ki, hangi kitabı arasanız herhangi bir sisteme gerek duymadan elinizle koymuş gibi bulabiliyordunuz, bu yüzden kılı kırk yararcasına hazırlanmış olan sistem hiçbir zaman kullanılmıyordu.
İlk gün namusumla çalıştım. Ertesi gün iş arkadaşlarım beni bir kenara çekip böyle çalışırsam kendi aylaklıklarının göze batacağını söylediler. “Kaldı ki,” dediler, “bu kataloglama işinin biz boş oturmayalım diye icat edildiğini sen de biliyorsun. İşimizden mi etmek istiyorsun bizi?”
Ben de, onların çıkardığı yüz kitap adına karşılık dörtyüz kitap adı sınıflandırdığımı söyledim. “Kutlarız seni,” dediler, “bu hızla gidersen sonunda şefin tepesi atacak, hepimizi sepetleyecek buradan!” Artık biraz gerçekçi olmamı, bir gün doksanüç, ertesi gün doksan, öbür gün yüzdört kitap sınıflandırmamı istiyorlardı.
Neredeyse dokuz yıl çakılı kaldım o kütüphanede. Dokuz mutsuz yıl. İş saatlerinde ötekilerin tek yaptığı, at yarışı ve futbol konuşmak, açık saçık hikâyeler anlatmaktı. Bir keresinde, kütüphaneye kitap okumaya gelen bir kadının tuvalete giderken ırzına geçildi “Olur böyle şeyler dediler, hem zaten erkekler tuvaletiyle kadınlarınki yanyana değil miydi?
Bir gün alımlı ve iyi niyetli iki arkadaşım – sosyeteden iki hanım- kütüphaneye beni görmeye geldiler. Birkaç gün sonra da telefon edip “öyle bir yerde çalışmak hoşuna gidiyor olabilir,” dediler, “ama sen yine de ay başına kadar hiç değilse 900 pesoluk bir iş bulacağına söz ver bize!” Ben de söz verdim.
İşin tuhafı, o sıralar bayağı tanınmış bir yazardım. Kütüphane dışında tabii! Çünkü, kütüphanede çalışanlardan birinin bana bir ansiklopedide Jorge Luis Borges adını gösterdiğini anımsıyorum; hem adımızın hem de doğum tarihimizin aynı oluşuna çok şaşırmıştı. O yıllarda belediyede çalışanlara arada sırada kiloluk paketlerde Paraguay çağı armağan ederlerdi. Bazı akşamlar on blok ötedeki tramvay durağına yürürken gözlerim dolardı. Tepedekilerden gelen böyle küçük armağanlar karşısında hep küçük düşürülmüş, aşağılanmış hissederdim kendimi.
Her gün bir iki saatim yolda geçiyordu. Tramvayla işe gidip gelirken, John Aitken’ın düzyazı çevirisinden İlâhi Komedya’ya dalıyor, “Araf”a kadar ilerliyor, sonra yolun geri kalan bölümüne kendi başıma devam ediyordum. Kütüphanedeki bütün işlerimi bir saatte bitiriyor, sonra kitapların bulunduğu bodruma süzülüp artakalan beş saati okuyup yazarak geçiriyordum. Gibbon’ın altı ciltlik Gerileme ve Çöküş’ünü ve Vicente Fidel Lopez’in Arjantin Cumhuriyeti Tarihi’ni orada okuduğumu anımsıyorum. Leon Bloy, Claudel, Groussac ve Bernard Shaw da okuyordum. Tatil günleri Faulkner ve Virginia Woolf çeviriyordum. Çok geçmeden kolaylıkla insanın başını döndürebilecek bir mevkiye yükseltildim. Üçüncü Görevli’ydim artık. Bir sabah annem telefon etti, hemen eve gitmemi istiyordu. Babamın ölümüne tam vaktinde yetiştim. Uzun süre acı çekmişti, ölmek için sabırsızlanıyordu.
Öyküm, 1935′te yazdığım “El Mutasım’a Yaklaşım” hem bir tür eğlenme hem de bir deneme oyunudur… Öykü, ilk ağızda, üç yıl önce Bombay’da yayınlanmış bir kitabın eleştirisi gibi görünür. Kitap sözümona ikinci basımını yapmıştır ve bu ikinci basıma gerçek bir yayıncı olan Victor Gollancz ve yine gerçek bir yazar olan Darothy L. Sayers’ın önsözü yakıştırılmıştır. Ama kitabın kendisi ve yazarı tümden benim uydurmamdı. Kipling’den aktararak ve onikinci yüzyılda yaşamış İranlı tasavvufçu Feridüddîn Attar’ı da araya katarak bazı bölümlerin konusunu ve ayrıntılarını vermiş, sonra da enine boyuna eksikliklerini belirtmiştim. Öykü, ertesi yıl, Historia de la eternidad (Sonsuzluğun Tarihi) adlı deneme kitabımda “Sövme Sanatı” adlı yazımla birlikte neredeyse kitabın sonuna gizlenmiş olarak yayınlandı. Ne var ki, “El Mutasım’a Yaklaşım”ı okuyanlar beni fena halde ciddiye alacaklardı. O kadar ki, bir arkadaşım kitabı getirtmek için Londra’ya sipariş verecekti. “El Mutasım’a Yaklaşım”ı bir kısa öykü olarak ilk kez 1942′de El jardin de senderos que se bifurcan (Yolları Çatallanan Bahçe) adlı ilk öykü kitabımda yayınladım. Kimbilir, bu öyküye haksızlık etmiştim belki de. Şimdi düşünüyorum da, bu öykü, beni sonradan bir öykücü olarak ünlendirecek masalları muştuluyor, temelini atıyordu sanki.
Jorge Luis Borges
Olgunluk
rachel on Per, 13th Eki 2024 2:01 pm
En sevdiğim yazarlardan Borges’in hiç okumadığım bir metnini görmek beni çok sevindirdi.Ve aklıma Borges’i yeniden düşürdü. Bendeki çevirisiyle Alçaklığın Evrensel Tarihi ve diğer küçük öykü kitapları dönüşümlü olarak diğer demirbaşlarım Çehov, Haldun Taner, Gogol’ (Masallar )ile birlikte beni başka dünyalara götürürler.Kendilerine kimi zaman dualar okurum yazdıkları için, kimi zaman şakalaşırım… Romanın, hikayenin ve şiirin yeri ayrıdır. Hangi yoğunlukta şeyi hangi sürede okuyup tad almak istediğinize bağlı.
Ayrıca Borges beni lise edebiyat kitaplarımızdan tanıyamadığımız İngiliz yazarlarla da tanıştırmıştır İngiliz Edebiyatına Giriş adlı ve tesadüfen bir sahafta bulduğum kitabıyla. Şimdi Mansfield okuyorum ama ne yalan söyleyeyim çok bayılmış sayılmam…