Kadem Mûsikî ve Edebiyat Dergisi Kış Sayısı
Ocak 5, 2024 by Editör
Filed under Dergi & Fanzin, Duyurular, Edebiyat, Müzik, Sanat, Türk Sanatçılar
Kadem Mûsikî ve Edebiyat Dergisi Kış Sayısı 15 Ocak’ta Çıkıyor…
Derginin web sitesi: www.kadem.org
İlk Opera Rejisörlerinden Doğan Onat Vefat Etti
Ocak 5, 2024 by Editör
Filed under Duyurular, Müzik, Sanat, Türk Sanatçılar
İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin ilk opera sanatçılarından ve rejisörlerinden Doğan Onat 84 yaşında hayata gözlerini yumdu. ..
1927’de Edirne’de doğan Doğan Onat sanat hayatına Cebeci’de bulunan Ankara Devlet Konservatuvarı’nda başladı. Carl Erbert, Madam Hidalgo ve Madam Böhm gibi kıymetli isimlerden opera dersleri alan Onat, Ankara Operası’na girerek birçok eserde solist olarak rol aldı. Kendi gibi bir opera sanatçısı olan Ferhan Onat ile evlenen sanatçı, Ankara’daki görevinin ardından 1969’da Şehir Operası’na gelerek sanat hayatına eşiyle birlikte İstanbul’da devam etti.
Sevil Berberi, Yevgeni Onegin, La Traviata, Manon, Il Tabarro, Cavalleria Rusticana gibi önemli eserlerde görev alan Onat, daha sonra Aydın Gün ile birlikte reji yardımcılığı görevini üstlendi. Uzun yıllar boyunca aralarında La Boheme, Tosca, Rigoletto, Lucia di Lammermoor, Yarasa ve Madama Butterfly’ın da bulunduğu birçok opera, operet ve müzikal sahneye koydu.
Eşi Ferhan Onat’ın ölümüyle birlikte sıkıntılı günler geçiren, ardından evlendiği Gönül Onat’ın da kısa bir süre sonra kansere yenik düşmesiyle iyice içine kapanan Onat, geçirdiği trafik kazasının ardından hayatının kalan yıllarını yatağa bağlı olarak sürdürdü.
2 Ocak 2024 günü hayatını kaybeden bu değerli sanatçımız, ertesi günü Zincirlikuyu’da yapılan sade bir anma töreniyle birlikte eşi Ferhan Onat’ın yanına defnedildi.
Frank Capra Filmleri: It’s a Wonderful Life
Ocak 5, 2024 by Editör
Filed under Klasik Filmler, Manşet, Sanat, Sinema
“Bu yazı bana Aydınlanmanın Diyalektiği kitabını hediye eden in’sana’ adanmıştır.”
—Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Birgün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar. (“Aylak Adam”, Yusuf Atılgan)
Yusuf Atılgan’ın eserinde geçen bu cümleler belkide insanın sinema adına bir anlık mutluluğunu ifade ediyor. Ancak sonrasında göreceğimiz üzere insanın üzerine kapaklanan yoğun gerçeklik duygusu bu son mutluluğu da alıp götürüyor. Capraesk filmlerin tümünde yatan bu düşsellik maalesef gerçek yaşama sirayet edemeyecek kadar zayıf ve güçsüz. Stanley Kubrick’in de dediği gibi, Capra filmleri oldukça iyiler ancak gerçek hayat hiç de öyle değildir.
Thomas Moore’un Utopia’sında bahsettiği sosyal adalet gerçeklik ya da insan yaşamının değerinin yükseltilmesini hedef alan düşünceler gerçek yaşama adapte edilemeyecek kadar hayal ürünüdür. İnsan tıpkı bu filmlerdekine benzer anlık bir hezeyan yaşamasına rağmen, bunun farkına varması fazla zaman almamaktadır. Frank Capra filmlerinde belirgin olarak bu ütopik sinemanın ya da bu düşler fabrikasının her kareye sindiğini görebiliriz. Yönetmenin zaten 1937 yapımı Lost Horizon (Kayıp Kuşak) filmi Moore’un ütopyasını alıyor, onu doğunun kalbindeki Çin ülkesine taşıyor. Filmin içinde bariz bir Hıristiyanlık propagandası yapılsa da sonuçta bu dinin öğretisini yaymaya çalışan bireyin benzer sosyalizm entrikalarına sahip olduğunu söylemeye gerek yok. Hz. İsa’nın öğretileri de benzer bir sosyalist bakış açısına sahiptir.
Zaten bilinmeyen dağ misali ve insanların huzurlu bir şekilde hayatlarını idame ettirmesi açısından bu tür bilinmeyen bir yerlerin varlığı insanı bir nebze de olsa rahatlatmaktadır. İnsanların Tanrı’ya inanmalarını sağlayan yegâne etken bu huzur verici ortam cennet değil midir? Ancak günümüz insanı bu cenneti daha yakından tanımak için sinemaya gidiyor. Aslında bir anlık o huzur dolu yaşam için Çin’deki dağlara tırmanmaya gerek yok, ütopik bir yaşam sistemi kurmaya da gerek yok. Sinema zaten bütün o kayıp kuşakları, cennetleri ve huzuru ayağınıza kadar getiriyor. Ta ki görmek istediğiniz ya da uykuya dalmak istediğiniz bir sonraki filme kadar, sonraki düşe kadar.
Problem sinemadaki gerçeklik ya da düşsel anlatım değil, asıl problem bu düşsel evrenin yalnızca ‘Amerikan Rüyası’ adı altında bütün dünyadaki insanların bilincine nakşettirilmesidir. Bu yüzden artık sinema ya da genel anlamda görsel alanı ihtiva eden her türlü görsellik insanların beynini yıkamaktan öteye gitmiyor. Bir ülkeyi işgal etmenin en etkili yolu ona savaş açıp tarihteki gibi savaşan ordularıyla değil, insanı gerçekliği çarpıtarak ona görsel alanlar yaratmaktan geçmektedir.
Şahane Hayat (1946, It’s a Wonderful Life) filmi de bu türden ‘Amerikan Rüyası’nı içine alan ve bu akımın milat filmi diyebileceğimiz türden bir film. Filmin ana karakteri George Bailey’nin (James Stewart) yaşamını konu alan filmde George, intihar etmek üzeredir. Ancak yukarıdaki uzay boşluğunda bu durumu vahametle izleyen birkaç melek onun bu özgür iradesine saygı duymak yerine onun bu kararını değiştirecek bir şey yaparlar. Ona kanatları olmayan bir melek yollarlar. Ve melek onun bu kararını değiştirmek için çabalayarak film boyunca izlediğimiz George’un yaşamını değiştirmek maksadıyla istediği dileği yerine getirir.
George bilindik bir Amerikan taşra kasabasında yaşar. Geleneksel olarak yetiştirildiği bu sıcak kasabadan ayrılmaya karar verdiğinde babasının kendisi için biçtiği rolü terk edemez. Ve zorunlu olarak hayatı boyunca bu kasabada kalır. Onun içindeki seyahat etme özlemi, koleje gitme özlemi böylece yarım kalır hatta hiç yaşanmaz. O, babasının insanlara ev yapma hayalini insanların başlarını sıcak bir yuva içerisine sokma hayalini idame ettirmeyi seçer. Aslında insanlara tipik bir Amerikan ailesinin oluşumuna nasıl katkıda bulunduğunu göstermek ister. Evet, bunun için değecekse eğer insan kendi hayallerinden feragat etmelidir. Zaten bu tür aile kavramlarının hizmet etmeye çalıştığı sistemin ne olduğu bellidir.
Filmin karşı tarafında oldukça aşina olduğumuz bir tip vardır. Charles Dickens’in Bir Noel Şarkısı adlı hikâyesinden fırlamış gibi duran Scrooge karakterinin belkide daha vicdansızını temsil eder: Bay Potter (Lionel Barrymore). Bu karakterin alamet-i farikası nerdeyse saf kötülüğü canlandıracak kadar gaddar ve gözünü para hırsı bürümüş bir kapitalisti canlandırmasıdır. Ve en temelde iyi-kötü arasındaki savaşın kötü tarafını tutması bizlere şüphesiz masal yapısını andırmaktadır. Capra’nın masalı adeta Sinderella ya da diğer Peri Masallarındaki sistemle aynı düzende işler. İyi ise iyi, kötü ise bir şey kötüdür. Hiçbir şekilde bu sınırların dışına çıkılamaz, çıkıldığı anda ya da çıkılmaya çalışıldığı anda saat gece 12’de saat çalmaya başlar. Bu nedenle de meleğimiz Clarence’ın (Henry Travers) kanatlarını yeniden kazanmasının işareti bu türden bir zil sesidir.
George ne yapar? George en bilindik haliyle insanların Bay Potter’a karşı sindirilmişliklerine tahammül edemez. Onların böylesi bir insan tarafından altedilmesine, sömürülmesine karşı çıkar. Ancak şunu unutmamak gerek: George ve babasına ait sistemin kuruluş amacı insanları borçlandırarak zamanla kira öder gibi ev sahibi yapmaktır. Bugün yaşadığımız ekonomik krizlerin ya da çalkantıların nedeni de bu mortgage sistemi değil midir? Yani bu durumda yapmamız gereken şey George ve babasının Bay Potter’ın sistemine karşı çıkarak daha iyi bir sistem sunmaları değil. İnsanların emeğini, onları kendi adlarına çalıştırıp her ay bu parayı vermelerini sağlamak, onları sömürü aracı olarak kullanmaktır. George’un ve babasının izinden gittiği kapital sistem 19. yüzyıl sonlarında gördüğümüz ve insanların paralarını biriktirmelerini sağlamamaktır. Bu birikim aynı zamanda çarkın dönmesini yavaşlatmış ve yüzyılın başında (1929 Buhranı gibi) birçok ekonomik krizin yaşanmasına neden olmuştur. O halde sistemin kendini yenilemesi için en temel ihtiyaç şey insanların bu birikimlerini engelleyip sürekli harcamalarını ve tüketmelerini sağlamaktır. Peki insanları harcamaya nasıl sürükleyip ceplerindeki parayı kendimize yani sistemimize entegre edebiliriz? Bu da onları önceden borçlandırarak kendilerine ait olmayan parayı, ellerine henüz geçmemiş parayı emeklerini sömürü aracı kullanarak yeniden ellerinden almaktır. Yani parayı onlara zorunlu olarak harcatmaktır.
Filmin bütünlemesi açısından ve içerisindeki köksüz varoluşu nitelemek açısından iyi bir örnek olarak George’un kendini köprüden atma sahnesini verelim. George burada kendini atmaya çalışırken melek ondan önce davranarak atlar. Ve George kendini öldürmeye çalışırken bir anda meleğin hayatını kurtarmış olarak bulur. Tabii tanışmalarından çok sonra yani Clarence’ın gerçek bir melek olduğunu anladıktan sonra bir dilek diler. Bu dilek kendisinin doğmamış olmayı dilemesidir. Ancak aynı karakterin kendini öldürmek istediğini düşünürsek yok olmayı, doğmamış olarak seçmesi gariptir. George aslında doğmamış olmayı dileyerek yaşamı seçer. Clarence onun bu dileğini gerçekleştirirken daha önce doğmamış bir insan olarak gerçekleştirmez, sadece var olmamış olarak gerçekleştirmeye çalışır. Yani George yok olmamıştır, sadece olmamışlığı üzerinden yeniden yaşar. Bu zaten yaşamdır.
George bu sahnelerde kendisinin var olmaması halinde olabilecek felaketleri fark eder. Karşısına yine Bay Potter çıkar. Ancak kendisi doğmamış olduğu için bütün kasaba değişmiştir. Bay Potter’ın hâkimiyeti altında bütün o karamsar tablo gözümüzün önündedir. İnsanlar onun yönetimi altında sevimsizleşmiştir. Birbirlerine karşı olan hoşgörüsüzlükleri çığırından çıkmıştır. Bu sahneler Robert Zemeckis’in Back to the Future Part II (Geleceğe Dönüş 2) filmindeki sahneleri anımsatır. Filmi hatırlayacak olursak Marty bir bahis dergisi yüzünden geçmişe döndüğünde her şey değişmiştir. Ait olduğu taşra kasabası (George’un da aslında ait olduğu kasabadır) kötücül komşuları Beff’e teslim olmuştur. Kasabada büyük bir kaos ve anarşi oluşmuştur. Ancak serinin birinci filminde Marty yine aynı neden yüzünden annesi ve babasının evlenmemesinden dolayı yok olmaya, silinmeye yüz tutar. Bunun için zamanı yoktur. Kendisini var etmesi için anne ve babasının yeniden bir araya gelmesi ya da getirilmesi gerekir. İşte tam burada Zemeckis’in filmi bir adım öne geçer. Çünkü George’un da aynı nedenden dolayı yok olmuş olması ve daha önce yaşadığı yaşamı yaşamamış olması gerekir. George doğmamış olmayı dilediyse bu yüzden doğmamış olması ve hiçbir şey hissetmemesi gerekir.
Filmin bütün zamansal kurgusu tek bir şeyi yeniden inşa etmeye yöneliktir: Kültür Endüstrisini.
“Kültür Endüstrisi yönetilenler için yapılan olumlu ve olumsuz yardımı, namuslu insanların dünyasında var olan doğrudan dayanışma olarak yansıtır. Hiç kimse unutulmaz; her yerde komşular, sosyal yardım görevlileri ve aile filozofları vardır ve hepsi son derece iyi yüreklidir.” (“Aydınlanmanın Diyalektiği”, Max Horkheimer, Theodor W. Adorno)
Film kendini bireyden yola çıkarak toplumsal olana ya da ideal toplum anlayışına sürükler. George her şeyden önce kendisini toplum ve kutsal aile için kendini adaması gereken bir prototiptir. Ve sinemanın arkaik düzleminde kendisinden sonraki bütün karakterlerin babası sayılır. Filmde evlenmesi, çocuk sahibi olması bile kendisi için değil, toplumsal düzenin ilerleyişini sağlamak ve düzenlemek maksadıyladır. Balayına çıktığı sahneyi hatırlayalım, var olan parasını yine toplum ve parasını kaybetmekten korkan insanlar için feda etmez mi? Bu aynı zamanda filmi izleyen seyircilerin hoşgörüsünü kazanmaz mı? Capra’nın filmleri bu tür örneklerle doludur. En basitinden diğer bir örnek Mr. Smith Washington’a Gidiyor (1939, Mr. Smith Goes To Washington) filminde filmin en romans sahnesinde bile kamera Mr. Smith’in şapkasına kayarak odaklanır. Bu aynı zamanda filmin politik bileşenlerini ve her şeyin bu değer karşısında değersizleştirildiğini anlatır.
“Kültür Endüstrisi, kültürel bakımdan daha iyi günler görmüş olan tüketiciye çoktandır yok edilmiş derinliğin ikamesini, düzenli izleyiciye de prestij gereği sahip olması gereken bilgi kırıntılarını sunar. Herkese güçlü ve gerçek bir insan yazgısının hâlâ olası, bu yazgının gözü kara biçimde yansıtılmasının ise kaçınılmaz olduğu tesellisini verir. Bugün kopyasında ideolojinin açılıp serpildiği eksiksiz tekmil varoluş, içine gerekli görünen açıdan ne kadar çok karıştırılırsa o ölçüde görkemli, parlak ve güçlü görünür. Varoluş böylece yazgı haline gelir.” (“Aydınlanmanın Diyalektiği”, Max Horkheimer, Theodor W. Adorno)
Yukarıdaki paragrafın son cümlesi aslında bütün filmi ve sistemi özetler niteliktedir. George’un varoluşu yazgısı haline getirilir ve bizlere sunularak bundan pay çıkarmamız ve filmdeki henüz olgunlaşmamış tüketiciler gibi olmamız istenir. Bunu kabullenmek ve kendimizi toplum için feda etmemiz istenerek ideolojinin çarkını döndürmemiz istenir. Bunun amacı toplumsal bir bilince kavuşup örgütlenmek değil, tüketici olarak örgütlenmektir. Maalesef film de bunu destekleyerek istediği mesajı bir Noel akşamı verir…
kusagami@sanatlog.com
Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 459
Ocak 5, 2024 by Editör
Filed under Deneme, Dergi & Fanzin, Duyurular, Edebiyat, Eleştiri, Sanat, Siir, Ustalara Saygı
Türk Edebiyatı Dergisi’nin Ocak (Sayı 459, Ocak 2024) Sayısı Çıktı…
Beşir Ayvazoğlu’nun kaleminden son sayı hakkında hasbihal:
HASBIHAL
Sevgili Türk Edebiyatı okuyucuları,
2012’nin ilk sayısıyla karşınızdayız. Derginiz Türk Edebiyatı’nı, bütün insanlık için hayırlı olmasını dilediğimiz yeni yılda da destekleyeceğinizden eminiz.
Bildiğiniz gibi, 2024, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “Mehmed Âkif Ersoy Yılı” ilan edilmişti. Bu yılın dikkate değer çalışmalarından biri de, geçen ay Ankara Resim ve Heykel Müzesi’yle Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen “Vefatının 75. Yılında Mehmed Âkif Ersoy” sergisi oldu. Âkif’in aile fotoğrafları, imzalı Safahat nüshaları, dostlarına ve ailesine yazdığı mektuplar, Birinci Meclis dönemi belgeleri, İstiklâl Marşı hatıraları, Darulfünun muallimliği zamanına ait imtihan kâğıtları ve vefatından sonra yapılan anma toplantılarıyla ilgili dokümanların ilk defa bir araya getirildiği sergi, bu sergiyi değerlendiren S. Kutalmış’ın da belirttiği gibi, Mehmed Âkif Yılı için anlamlı bir final niteliği taşıyordu.
Söz konusu serginin İstanbul ayağındaki en büyük sürpriz ise, Şerif Muhiddin Targan’ın, varlığından haberdar olduğumuz, fakat kimde olduğunu bilmediğimiz yağlıboya Âkif portresiydi. Sergi vesilesiyle, büyük şairin torunlarından birinde olduğu ortaya çıkan bu portre vesilesiyle, M. Selim Gökçe de daha çok bestekâr ve ud virtüozu olarak tanınan Şerif Muhiddin’in ressamlığı üzerine bir yazı kaleme aldı. Âkif’le ilgili bölümümüz, Ali Gözeller’in yazısıyla sona eriyor. Bu yazıda, Âkif’in Halkalı Baytar Mektebi’ndeki öğrenciliği sırasında yaptığı, araştırmacıların nasılsa gözünden kaçan bir konuşmadan söz ediliyor.
Adem Özbek, bu sayıda, Ahmet Hâşim’in kitaplarına girmemiş bir yazısına dikkatimizi çekti. Edebiyat tarihimize karikatür penceresinden bakmaya devam eden Said Coşar da, karikatüristlerin çok sevdikleri Abdülhak Hâmid’i ele aldı. Hayrettin Orhanoğlu, birkaç ay önce bir eleştiri vesilesiyle tartışmalara konu olan Oğuz Atay’ın nasıl anlaşılması gerektiğine dair görüşlerini anlatıyor.
Bu sayımız deneme bakımından hayli zengin. Hayrettin Durmuş, Hakan Bilge, Deniz Özbeyli ve Mehmet Tekin’in denemelerini beğeneceğinizi tahmin ediyorum. Osman Şahin, Arap edebiyatı ve hat tarihinin büyük uzmanı merhum Prof. Dr. Nihad M. Çetin’in az bilinen bir tarafını, hattatlığını anlattı. Nihad Bey’i tam yirmi yıl önce kaybetmiştik. Şener Öztop da, Dumlupınar Üniversitesi’nin ekim ayında hakkında bir sempozyum düzenlediği Kütahyalı ressam ve neyzen Ahmet Yakupoğlu’nun sanat felsefesine göz attı.
Merhum Cemil Meriç’in yakın dostlarından İzzet Tanju, “İbn Rüşd’den Aquinolu Tommaso’ya” başlıklı yazısıyla yeniden aramızda. İzzet Bey, Aquinolu Tommaso’nun (Thomas) eleştirisinden sonra bile Avrupa’da sıkı İbnrüşdcülere rastlandığını, ancak 19. yüzyılda uydurulan “İbnrüşdcülük” akımının aslında var olmadığını; çünkü bütün İbnrüşdcüler arasında görüş birliğinden söz edilemeyeceğini söylüyor.
Bu sayımızda Türk dünyası edebiyatına da bir kapı araladık. Bundan sonra bazı sayılarımızda Türk dünyasına özel bölümlerin ayrılmış olduğunu göreceksiniz.
Mehdi Genceli, 1990’ların başında üniversite eğitimi için Türkiye’ye getirilen gençlerden biri. “Hem Ağlarım Hem Gülerim Hâtıra Geldikçe O Demler” başlıklı hikâye tadındaki yazısında, ülkemizde yaşadıklarından söz ediyor. Jorayeva Muattar, Özbekistanlı tercüme bilgini Askad Muhtar’ın tercüme sanatı hakkındaki görüşlerini, Nazara Bekova da Ali Şir Nevâî’nin Divân-ı Fânî adlı Farsça divanı üzerinde yapılan çalışmaları anlatıyor. Muratgeldi Söyegov ise ilk Türkmen romancı olan Han Haciyev’in hayatını kısaca özetledi. Bu bölümde ayrıca Kırgız şair Kambaraalı Bobulov’un İbrahim Türkhan tarafından Türkiye Türkçesine çevrilen “Annemi Dinlesem” adlı şiirini okuyacaksınız.
Bu sayının hikâyeleri Sevgül Yılmaz, Naime Erkovan, Ahmet Sıvacı ve Yılmaz Yılmaz’dan… Şairlerimiz ise Mustafa Ruhi Şirin, Mehmet Narlı, Mahmut Bahar, Abdurrahman Şimşek, Yaşar Beçene, Cengizhan Orakçı, Mehmet Aycı, Said Coşar, Hatice Eğilmez Kaya, Necip Fazıl Akkoç ve Ömer Duman.
Tabii, Kırkambar’ımız da her zaman olduğu gibi dopdolu.
Daha güzel ve daha zengin sayılarda buluşmak üzere…
Muhabbetle efendim.
BEŞİR AYVAZOĞLU