Kaybedenler Kulübü (2011, Tolga Örnek)
Şubat 3, 2024 by Editör
Filmin hikâyesi resmi internet sitesinde şöyle aktarılıyor:
‘’Alternatif kitaplar basan bir yayınevinin sahibi olan Kaan (Nejat İşler) ile Kadıköy’de bar işleten, çok sıkı bir plak ve efemera koleksiyoneri olan Mete (Yiğit Özşener), 90’lı yılların ikinci yarısında, sanki bir yerde oturmuş konuşuyorlarmış ve kimsenin bundan haberi yokmuş gibi bir radyo programı yapmaya başlarlar. Yaptıkları program zaman içinde hem onların hem de dinleyenlerin hayatını değiştirecektir. Programın şöhreti hızla yayılırken Kaan ve Mete eski hayatlarına aynen devam ederler. Her gün başka kadınlarla yalnızlığını gidermeye çalışan Kaan, aradığı aşkı Zeynep’te (Ahu Türkpençe) bulur ve aralarındaki hayat görüşü farklılığına rağmen bu aşkı tutkuyla yaşamaya çalışır. Bu arada herkesin ‘kendi kaybını’ bulduğu ‘Kaybedenler Kulübü’, toplumun farklı kesiminden insanları bir araya getirerek adeta bir ‘ortak mahalle’de buluşturur. Kendi yalnızlıklarıyla bile dalga geçen, sisteme her gün başkaldıran, hayatın kıyısında yaşayan Kaan ve Mete’nin renkli hayatlarını yansıtan programın tutkunları, ‘Kaybedenler Kulübü’nün üyeleridir artık…’’
Yaptıkları programın karşılığı olarak para, pul, şan, şöhret istemeyen, ikide bir ‘’Burası Türkiye, öyle Amerika’daki gibi ‘’cool’’ takılamazsınız, hacamat ediverirler adamı.’’ diyerek adeta gizli bir Oryantalist Cemiyeti’nin Türkiye temsilcisi gibi davranan yapımcı Aslı’nın her türlü kafakola alma, telif ödeme, sözleşme imzalama, profesyonelliğe geçme taleplerine ustalıklı bir şekilde karşı çıkan elemanlarımızın, tüm programlar arasında gün birincisi olduklarının ertesi günü yayının ortasında ‘’Kaybedenler Kulübü burada bitti’’ diyerek artık program yapmayacaklarını deklare etme cesaretleri karşısında yaşadığım şaşkınlığı, ünlü bir Türk büyüğünün şu veciz ‘’vay, vay, vay çantaya bak’’ sözleriyle ancak ifade edebildiğimi söylemeliyim.
Hakkında ‘’kesin öldürülecek’’ dedikoduları çıkmaya başladığı sıralarda ülkeyi terk eden Nazım Hikmet için birileri ‘’keşke kaçmasaydı’’ der demez Rahmi Eyüboğlu sorar: ‘’Sen hiç öldün mü, arkadaş?’’ Elemanların aldıkları tehditler ve can güvenliğini sağlayamayacaklarından dolayı programı son erdirmiş olmaları daha insancıl bir son olabilir hatta filmin tüm kurgusu bu tür bir finale yönelik hazırlanabilirken ‘’zirvedeyken bırakırım arkadaş’’ pozları inandırıcılık yönü çok düşük, aşırı idealize edilmiş bir tavırdır.
Yine de filmde böyle bir son tercih edilmiş olabilir ancak Kaan ve Mete’nin program yapmayı bırakmalarının yarattığı, daha başka bir ifadeyle yaratması istenilen etki ne kurguda, ne oyunculuklarda, ne müziklerde ne de seyircide karşılığını bulmuyor. Aynı zayıflık intihardan vazgeçen çocuğun aramasından sonra Aslı ile birlikte çorba içtikleri mekândaki sohbette göze çarpıyor. ‘’Cool’’ takılmak isteyen Kaan ve Mete, bunu yine beceremiyorlar ve bir şeyler sürekli eksik kalıyor. Ankara ve İstanbul’un pek çok ‘’mekân ve ortamında’’ bulunduğumu ve yirmi yıl önce bu ortamlarda şimdikinden daha ‘’ağır’’ takıldığımızı söylemeliyim. Yirmi yıl öncesini anlattığını düşünen bir filmin, kişisel tecrübelerimden de faydalanarak, döneme uygun anlatmadığı düşüncesindeyim.
Film beni hiçbir noktasında içine çekmedi. Oyuncularda bir tutukluk ve zorlama hali olduğunu gördüm. Örneğin, Kaan’ın yayımladığı kitaplar ve okuduğu yazarlardan bahsettiği bölümü, yutkunarak ve bitse de gitsek havasında oynadıkları metalik seslerinden anlaşılıyor. Bununla birlikte ‘’biz nasıl bir film yaptık be oğlum’’ diyen avangard bir ruh hali içerisinde iki sevişme arasını doldurmak için çekilmiş amaçsız ve ruhsuz pek çok bölüm bulunuyor. Gösterime girdiğinin ilk günü daha tepkiler ortaya çıkmadan, ‘’biz bir saate yakın sevişme sahnesini filme koymadık, DVD’den izlersiniz.’’ demek nedir alla’sen?
Bir tip bir yerde ‘’bizim 68 kuşağımız da bu’’ benzeri laflar geveliyor ki, tek kelimeyle içler acısı olduğu düşüncesindeyim. Dünya kapitalist sisteminin karşılaştığı en büyük toplumsal muhalefet dalgası olan, Fransa Mayıs 68’i kastedilerek 1968’le simgelenen, gücünü kapitalist tüketim toplumuna duyulan tepkiden, emperyalizme karşı verilen ulusal bağımsızlık mücadelelerinden ve Amerikan karşı-devrimciliğine duyulan öfkeden alan hareketi kızlarla marihuana eşliğinde içki içmek olarak anlayan zihniyete çok görmüyorum bu sözleri. 68 hareketi üzerine hiçbir şey bilmeden ve yalnızca kendi meşrebine göre yorumlayınca böyle bir sonuca varmış olmaları muhtemeldir ki doğaldır. Oryantalist zihniyetin en önemli temsilcilerinden birisi olduğunu düşündüğüm bir yayın organı başta olmak üzere çeşitli markaları gözümüze soka soka sistem, düzen ve toplum eleştirisi yaptığını düşünen elemanlarımızın bu ikilem ve yabancılaşmayı nasıl izah edebileceklerini merak ediyorum. Bu vesileyle ‘’Haram parayla sadaka vermek, sidikle abdest almaya benzer’’ sözünü, düzenin temsilcilerinin parasıyla düzen eleştirisi yaptığını düşünenlere ithaf etmek istiyorum.
Filmin olduğu hemen her yerde ‘’pompaya devam’’ sloganının karşımıza çıkıyor olması ne anlama gelmektedir? 70-80’li yıllarda sekse bulaşmış Yeşilçam’ın kentli, modern ve entelektüel kadının cinsel özgürlüğü kılıfı adı altında yeniden hayat bulmaya çalışması mıdır? Hollywood’un her ay onlarcasını çektiği bu türün Türk sinemasının çıtasını yükselttiği düşünülüyorsa, o çıtanın şu an nerde durduğunu inanın çok merak ediyorum.
Aslı ise değişik bir tipleme olmuş. Batıda eğitim görmüş ve Türkiye’yi de iyi biliyor. Her iki tarafın özgürlük sınırlarını, toplum yapılarını, kültürel kodlarını anlama kapasitesine sahip. Elemanlarımızın ‘’en iyi seks pozisyonu’’ oylaması yapmaları üzerine ‘’telefonların kilitlenmesine’’ neden olabilecek kadar yoğun bir şikâyet trafiği yaşanır. Yardımcısının durumu iletmesi sonrası ‘’tamam ben onların kulaklarını çekerim’’ diyerek otoriter bir yönetici portresi çizerken, odadan çıkmakta olan yardımcısının ardından ‘’peki hangi pozisyon birinci olmuş’’ diye seslenerek, aslında ne kadar özgürlükçü ve ‘’cool’’ olduğunu, hepimizi ters köşeye yatırarak bu tür ‘’ilkel’’ şikâyetlerin yalnızca ‘’Türkiye gibi ülkelerde’’ olabileceğini ‘’göstermiş’’ oluyor.
Hayatı kontrolsüz ve akışına göre yaşadıklarını düşünen adamlarımızın her hareketlerinin aşırı kontrollü olduğunu görmek de bir o kadar şaşırtıcı. Saç sakal, kılık kıyafetlerinin pejmürde görünmesi için normal kıyafetlerine verdiklerinden daha fazla para harcıyor olmalılar. Peki, bu adamlar neyi ‘’kaybetmişler’’? Kaan her anında kendisini yalanlayan bir karakter… Mete ile yan yana sevişirlerken utanmayan Kaan, Zeynep ile öpüşerek girdikleri ve içeride olacağı kesin Murat’ı ‘’fark edince’’ başka bir karaktere bürünüyor. Filmde tek sevdiğim Yiğit Özşener’in oyunculuğu olmuştur. Ancak güzelliğini olgunlukla harmanlaması gereken Ahu Türkpençe’nin olabilecek en kötü şekilde perdeye yansıtıldığı düşünüyorum; öyle ki, yönetmenin beceriksizliği sayesinde her gördüğümde kocaman bir burun ekranı kaplıyordu.
Yan karakterler üzerine bir şeyler yazmak gereksiz ancak Kuşbeyin karakteri Deliyürek dizisindeki Kuşçu karakterine eleştirel bir gönderme olabilir mi acaba? Aralarında sıkı bir benzerlik olduğu aşikâr… Sonra, Amerikalı veya Avrupalı ‘’kaybedenlerin’’ tek yiyeceği pizza olabilir ancak güzide ülkemizde pizza pahalı bir yiyecektir ve sürekli pizza yiyebilen kişi, bir de üzerine sürecek mayonezi varsa zengin bile sayılabilir. Alternatif kitapların marjinal çevirmeni Murat’ın ‘’dürüm’’ veya ‘’lahmacun’’ yediğini düşünebiliyor musunuz? Bu mümkün değildir çünkü bu durumda hem kaybeden hem ‘’kıro’’ olacaktır… Program sayesinde intiharın eşiğinden döndüğünü söyleyen gencin tam da Aslı hanımın elemanlarımızı fırçalamaya geldiği sırada arıyor olması dramatik değil, araklamaya çalıştıkları karma sosuna bulanmış tipik Hollywood romantizmi olmuş. Radyo başındaki başörtülü köylü kızı Ayşe tam bir karikatürize karakter… Hele Mete’nin boynuna düşen reçel hikâyesini erotik sosa bulayarak anlatmaya çalıştığı sırada utancından mıdır, nedir, zaten çeken radyonun anteniyle oynaması var ki, Freud bile gelse çözümlemekte zorlanır diyorum.
Freud demişken, Freud kişiliği oluşturan üç temel yapıyı id, ego ve süper ego olarak tanımlayarak, cinsel arzular ve saldırgan tepkilerin, sürekli tatmin peşinde olan id’den kaynaklandığını, id’in ego ve süper ego arasındaki çatışmaların kontrolden çıkması sonucu bireyin içinden çıkılmaz bir kaygıya düştüğünü ve ardından çocukluk çağındaki cinsel yaşamın acı olaylarına bağlı ruh hastalığı olan nevrozun geldiğini söylemiştir. Nevrotiğin sorunu yetişkinliğe geçişin tamamlanması yerine yetişkin olarak yeniden doğmak üzere bebekken ölmektir, kişisel yapısının belirgin bölümü başarısızlık konumunda takılmıştır. Her şeyi cinsellik olarak algılamak nevrotiğin hastalığıdır.
Erkek çocukta kastrasyon kargaşasının oluşumu kadın cinsel organını görüp de onca önemsediği penisin kadın bedeninin bir parçası olmadığını öğrenince başlar. Bundan sonra ilerdeki gelişiminin en güçlü itici gücünü sağlayan kastrasyon duygusunun etkisi altına girer. Dinsel öğreti ve törenlerin ana amaçlarından biri benlik duygusunun olabildiğince bastırılması ve katılım duygusunun geliştirilmesidir. Kadın bir çocuğun geçici gövdesini doğurur fakat erkekler onu ruhsal olarak yeniden doğururlar. Bu ikinci doğum esnasında birey, ilk doğumda olabileceği gibi sakat doğum veya fiziksel kazayla karşılaştırılabilecek bir konum yaşayabilir.
Mete ve Kaan üzerinde ikinci doğumlarını gerçekleştirmelerinde etkili olabilecek bir baba karakterini göremeyiz. Ailesi ile ilişkileri nasıldır, babaları kendilerine nasıl davranmıştır, bilemeyiz. Aile hakkında bilgi sahibi olmadığımız gibi arkadaş çevreleri de dardır ve dışarıdaki arkadaşları, iş arkadaşlarıdır. Radyoda sorumlu oldukları kişinin bile kadın olması manidardır. Tek baba figürü, Zeynep’in ‘’seni babama nasıl tanıştıracağım’’ sözlerinde belirir. Burada da Kaan dışlayıcı ve reddedici bir tutum sergiler.
Kaan ve Mete’nin engellenmiş ve tam bir insan kimliğine ulaşamamış, olgunlaşıp bütünleşememiş bir benlikten kaynaklanan çok ciddi sorunları olduğu, hayatlarındaki boşluğu, yalnızlık ve anlamsızlığı yeni bir anlam odağı oluşturarak doldurmaya çalışan zayıf karakterli insanlar olduğunu düşünüyorum. Kadını aşağılayan bir yaşam tarzını yücelten, kadını insan yerine koymayan, adının bilinmesine dahi gerek duyulmayan, yalnızca seks için gerekli bir nesne olarak gören Mete ve Kaan’ın tedaviye muhtaç hasta kişilikler olduğu ortadadır.
‘’Dahası inançları öylesine yozlaşmış insanlar var ki, İsa hakkında ağza alınmayacak küfürlere ses çıkarmıyorlar da papaya ya da prense şaka yollu hafif bir şeyler söylemenize dayanamıyorlar, özellikle kendi çıkarlarına dokunuyorsa.’’ Bilge Erasmus’un bu sözünden hareketle diyebiliriz ki, aslı bir Laz fıkrası olan (Temel çırağına sorar. Biz geçen Cuma namazını ne zaman kılmıştık. Çırak da kafasını kaşıyarak, galiba geçen Salı usta, der) ve bir filmde espri olarak kullanılamayacak kadar sığ bir repliği filmde kullanmak nasıl bir ifade biçimidir, anlayamıyorum.
Annesinin ‘’dün akşam programını dinledim’’ demesi üzerine Mete’nin ‘’niçin böyle bir şey yaptın’’ demesinin anlamı nedir? Korkuyor mu, endişeli mi yoksa yaptığından utanıyor mu? ‘’Utanç, utanılacak bir şey yapıldığının anlaşılmasıyla olur; genç insanlarda, bu iyi bir isim sahibi olma isteğinin işaretidir ve övgüye değerdir. İyi isim sahibi olup olmamanın umursanmaması ise pişkinlik olarak adlandırılır.’’ diyen Hobbes’a göre adamlarımızın yapmaya çalıştıklarının ‘’pişkinlik’’ olduğu anlaşılıyor.
Tür olarak ‘’komedi’’ yazan filmde tek bir espri olmaması nasıl açıklanabilir? Konuşmaları yazı ile verilen tipin ‘’siktirin gidin lan’’ demesinin ‘’lütfen gidin’’ olarak yazılması mıdır filmin türünü komedi olarak belirleyen ya da Beyoğlu’nun arka sokaklarında ‘’yaptığı yemekler ile güzel, paralı kadınlar arasında kalmış’’ Issız Adam hikâyesinin Kadıköy’de geçen sürümü diyebilir miyiz, bilemiyorum.
Donundaki kahverengi lekelerden bahsedebilecek kadar samimi, yazma aşkıyla dolu ve yazmayı bir an için bile bırakmayan, daktilosu olmadığı zamanlarda el yazısını kitap harflerine benzetmeye çalışarak bir gecede bazen iki-üç kopya yazarak editörlere gönderen Bukowski içindeki umudu hep muhafaza etmiş ve çok güçlü bir mizahı entelektüel pırıltıyla eserlerine başarıyla yaymışken kendilerini onunla kıyaslayan ‘’kaybetmişlere’’ ne diyebilirim?!
Fazla uzatmadan, filmin bir yerinde alaycı bir ifadeyle ‘’her şey için bir şiir yazmıştır abi’’ denilen, ‘’Biz, gerçek şiirin ölçüsünü arıyoruz. Vezin yok, kafiye yok, teşbih yok, istiare yok, demek ki şiir yok diyenin değil; vezin var, kafiye var, mecaz var, mübalağa var, teşbih var, hepsi var, hepsi var, fakat şiir nerede, diyecek olanın ölçüsünü’’ diyen bu dünyadan çok erken bir yaşta ayrılan Türk şiirinin en büyük kalemlerinden Orhan Veli’nin sözleriyle ifade etmek istersem: ‘’Müzik var, kurgu var, senaryo var, oyunculuk var ama film nerde?’’ demek isterdim ama inanın müzikler dışında -onlar da kendi emek ürünü değil ve filmi kurtarmaya yetmiyor- güzel bir şey yok.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer film yazılarını okumak için bakınız.
b style=”mso-bidi-font-weight: normal;”
Salak Memo ve Çağdaş Aşiret Kültürü
Pek sık yaptığı bir iş değildi ama Salak Memo bir gazetedeki haberi okuyordu. Genellikle olaylarla ilgilenmezdi, yaşamı zaten zordu. Bilmesi gerekenleri televizyondan ya da tanıyıp güvendiği kişilerden kolayca öğreniyordu. Açıklamaları pek umursamıyordu. Büyükleri saymayı, onların söylediklerini tartışmadan kabul etmeyi, aşiretin isteğine asla karşı gelmemeyi yaşamanın temel yasası olarak çocukluğunda öğretmişlerdi ona. Çok büyük bir kente gelip eski dünyasından uzaklaşması onu yeni bir insan yapamamıştı. Aylardır işsiz olması kimsenin suçu değildi. Hiç değilse dağıtılan kömürler, erzak paketleri, yeni zenginlerin küçük hizmetler karşılığında bağışladığı yardımlar vardı. Karısı ve beş çocuğuyla aç kalmıyordu çok şükür. Aykırı görüşlerle karşılaşınca sanki elindekileri de kaybedecekmiş gibi öfke duyuyordu. Karşılaştığı aydın tipli, tepeden bakan, ona akıl vermeye kalkan, dediklerini pek de anlamadığı kişilerden hiç hoşlanmamıştı. “Konuşup çekip giderler, bir işin ucundan tutmazlar, adama değer vermez, bol bol akıl verirler” diyordu.
Başlangıçta ona çok kızdıysa da Salak Memo’ya bu adı, karşılaşıp biraz sevdiği eğitimli gençlerden biri takmıştı. “Mahmut Abi, kusura bakma da bu halde yaşıyorsun, okuyup yazman var, ne olup bittiğini görüyorsun, sen yokluk içinde, birileri sürekli zenginleşiyor, kendilerini zenginleştirmenin ilmini yapıp bunu sürdürmenin düzenini kuruyorlar, sen hala onlardan yardım bekliyorsun, hani dünyadan hiç haberi olmayan kara cahillerden biri olsan, ya da bozuk dönen çarklardan üç beş kuruş çıkarabilsen anlayacağım ama bu durumuna söyleyecek söz bulamıyorum. Senin gibilere adları ne olursa olsun ‘Salak Memo’ diyorum ben.”
Bunları bir başkası söylese Mahmut onu fena yapardı. Bu çocuk farklıydı, sesini çıkaramadı. Zamanla içindeki Salak Memo’yu tanıdı. Bazen biraz sevdi, çoğunlukla da kızdı. Kendine ve kendi gibi olanlara öfkesi, hiçbir zaman onlara aptal diyenlere duyduğu nefrete yaklaşamadı. İster akıl vermeye ister salaklığını yüzüne vurmaya kalksınlar, bu tondan konuşanlara hep “Evet, ben Salak Memo olabilirim, ama kimse bana böyle seslenemez” diye kızıp köpürdü.
….
Aydın kendini biraz yorgun hissediyor, bu yaşta soluğunun niçin böyle çabuk kesildiğini anlayamıyordu. “Belki de çok hızlı koştuğumuz için” diye düşündü. Her an iletişim içinde olunca bazen dakikalar saatler gibi yoğun geçiyordu. İnsanların oranlarla anlatılmaktan kurtulması gerektiğini düşünüyor, toplumun yüzde kaçının aptal olduğunu merak etmemeye çalışıyordu. Okumayı seven ve kafasının iyi çalıştığını düşündüğü Mahmut’un bile günü kurtaracak yardımlar dışında bir yol görmemesi iyice canını sıktı. Durumu kendince anlamaya çalıştı. Gözünün önüne büyük kentlere göçüp dışlanmış yaşamlar süren köylüler ve onlara aşiretlerinin buyruklarını cep telefonundan kısa mesajla gönderen eski ağalarının karikatürü geldi. “Eski düzen yeni biçimlerde sürüyor. Çağdaş aşiret kültürü kentlerde yeni bir ortaklığın temeli oluyor, eskiden yoksulluktan ağanın toprağında çalışmak zorunda kalan garibanlar, şimdi işsizlikten ve iş bulma umutlarının tümüyle ortadan kalkmasıyla onurlarını da yitiriyorlar. Yeni büyük ağaların küçük sadakalarına muhtaç oluyorlar.”
Aşiretlerin yoğun olarak hâkim olduğu bölgeleri koruyarak aşiret reisi ve ağa çocuklarını Osmanlı kültürüyle yetiştirmek amacıyla Sultan II. Abdülhamit 1892′de Mektebi Aşiret-i Hümayun’u açmış. (1)
Çağdaş aşiret kültürü. Böyle bir kavramın geçerliliği olabilir miydi? Bir “Türkiye Aşireti” mi kurulmak isteniyordu? Dindar nesil yetiştirme çabalarının amacı neydi? Üç çocuk yapma, kürtaj ve sezaryenden uzak durma, alkol kullanmama, kız erkek aynı evde kalmama, aykırı bulduklarını engelleyip ihbar etme çağrıları insanlara sorgulamayı unutturup tek bir yöne çevirmeyi mi amaçlıyordu? Toplumu aşiret kültürü benzeri bir yaklaşımla kaplayarak sessiz, söz dinleyen, karşı çıkmayı bilmeyen bir seçmen çuvalı yaratmak mı isteniyordu? Oysa sorgulayıcı, neden gösterici bir yaklaşımla toplumun etkinleştirilmesi, düşüncenin, bilimin, emeğin önünün açılması gerekmez miydi? Uzlaşma ancak böyle, karşıdakine saygı duyup anlamaya çalışarak, açıklamalar yaparak olmaz mıydı?
Tarihi ve yaşanmakta olanı çok iyi bilmese de özellikle kırsal alanda korunan eski tip ilişkilerin yeni İnternet’teki sanal cemaat ortamında bir anlamda sürebileceğini düşünüyordu. Bu durum nasıl başlamıştı? Her araç iyi ve kötü amaçlarla kullanılabiliyordu. Bir kâğıda yazılan not gerçeği yansıtabileceği gibi yalan da olabilirdi. Gazete, televizyon, İnternet haberleri gibi bilgisayar ve cep telefonlarına gönderilen mesajlar da doğru ve yanlış olabilirdi. Merkezi güç tüm teknolojik olanakları dürüstlüğü yasaklamak ve çağdaş aşiret kültürünü yaygınlaştırmak için kullanabilir miydi?
Büyük güç İnternet’i kontrol ettiğinde 1949′da canlandırılan 1984′ten bile daha derin bir karanlık mı başlayacaktı? (2)
….
Mahmut biraz zorlansa da haberi (3) okuyor, olup bitenleri anlamaya çalışıyordu.
Her şey bir salı sabahı başlamıştı. Yolsuzluk ve rüşvet soruşturması için düğmeye basılmış, sonrasında her gün yeni gelişmeler yaşanmış, tasfiyeler başlamış, istifalar olmuş, karşılıklı açıklamalar yapılmıştı.
Önemli iddialar varmış. Rüşvet çarklarının kara para aklama, altın kaçakçılığı gibi suçlar için döndüğü, para transferlerinden pay alındığı, engellerin de aynı yöntemlerle aşıldığı öne sürülüyormuş. Evlerde para sayma makinesi, çok sayıda çelik kasayla bir ayakkabı kutusunda para bulunmuş. Gün bitmeden karşı bir hamleyle operasyonu gerçekleştirenlerin de aralarında olduğu müdürler görevden alınmış. Yerlerine hemen yeni atamalar yapılmış, soruşturmaya ek savcılar atanmış. Bunların soruşturmaya müdahale olduğu söylenmiş. Gazeteciler işten atılmış. Tasfiyeler diğer kurumlara da sıçramış. Soruşturmada toplam 26 kişi cezaevine gönderilmiş. Birçok zanlı da serbest kalmış. Adli Kolluk Yönetmeliği’nde değişiklik yapılarak adli amir, savcı yerine emniyet müdürü ve vali olmuş. Hukuk çevreleri buna büyük tepki göstermiş. İptali için davalar açılmış. Emniyetin kapıları muhabirlere kapanarak basın odasını boşaltmaları istenmiş. “Herhangi bir yolsuzluk veya yanlışlık söz konusu olursa bunların üstü falan kapanmaz, kapanamaz” açıklaması yapılmış. Ardından bakan istifaları gelmiş. Bir bakan, başbakanın da istifa etmesi gerektiğini söylemiş. Bu arada ikinci bir soruşturma yürütüldüğü ortaya çıkmış. Gözaltı listesinde başbakanın oğlu için de ifade davetiyesi varmış. Ancak polisler gözaltı emrine uymamış. Kolluk kuvvetleri hakkında soruşturma başlatılmış. Dosyadan alınan savcı soruşturma yapmasının engellendiği açıklamasını yapmış. Başsavcı da onu eleştiren ve suçlayan karşı açıklamada bulunmuş. Adli kolluk yönetmeliğinin anayasaya aykırı olduğu söylenmiş. Kimliği belirsiz bir kişinin mali şube bilgisayarlarına girdiği söylenerek inceleme başlatılmış.
Yolsuzlukları protesto için Taksim’de düzenlenen eyleme polis müdahale etmiş. Çok sayıda kişi yaralanmış ve gözaltına alınmış.
Gerçeği görmek hiç kolay değildi. Her açıklamaya karşı tam tersi bir başkası yapılabiliyor, yavuz hırsızlar gariban evlerin sahiplerini bastırabiliyor, saraylara kimse giremiyordu. Olanlarda bir yanlışlık olmalıydı. Son dönemlerde yaşananları düşündü. Meydanların, caddelerin ve sokakların, sıradan insanların üzerine ne çok biber gazı sıkılmıştı. Kentte yaşayıp gözleri bu karanlık sisin içinde yaşarmayan, püskürtülen ilaçlı suları görüp yolunu değiştirmeyen insan neredeyse kalmamıştı. (4, 5, 6, 7) “Komplo, komplo, iç odaklar, dış odaklar deyip duruyorlar, onlar mı basıyor üzerimize bu gazları? Onlar mı getirip vermiş bu adamlara kutulara saklanan bunca parayı?” diye düşündü Mahmut.
….
Mahmut yoksulluk ve işsizliğin, başkalarına yalvarmaya ve sadakaya bağlı bir yaşamın çocuklarının da değişmez kaderi olabileceğini düşünüp deli gibi korktu. Genç arkadaşı sanki yanındaymış gibi onunla konuştu. “Aydın kardeş, Salak Memo olabilirim ama bu halkın yüzde kaçı öyle olursa olsun, ben aptal değilim” dedi. “Emaneti yağmalayanları bağışlamam, çocuklarımın geleceğini düşünüp bağışlamam. Ben artık aptal değilim!”
Mehmet Arat
mehmetarat@ymail.com
Yazarın diğer yazılarını okumak için tıklayınız.
1. Azınlık Okullarından Aşiret Mektebi’ne İstanbul’un En Gözde 100 Okulu,
http://www.millihaberler.com/yasam/azinlik-okullarindan-asiret-mektebine-istanbulun-en-gozde-100-okulu-h2785.html
2. Mehmet Arat, 1984, 1949′dan 2024+X’e,
http://sanatlog.com/sanat/1984-1949dan-2000xe
3. Fatih Yağmur, Türkiye’yi sarsan 12 gün,
http://www.radikal.com.tr/turkiye/turkiyeyi_sarsan_12_gun-1168406
4. Mehmet Arat, Taksim’siz Bir Mayıs,
http://blog.milliyet.com.tr/taksim-siz-bir-mayis/Blog/?BlogNo=413805
5. Mehmet Arat, Bir Taksim Polisiyesi,
http://sanatlog.com/sanat/bir-taksim-polisiyesi
6. Mehmet Arat, Kadınlar Nerde?,
http://sanatlog.com/sanat/kadinlar-nerde
7. Mehmet Arat, Türkiye CNN’de,
http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/turkiye-cnnde-24247
Av Mevsimi (2010, Yavuz Turgul)
Şubat 3, 2024 by Editör
Filed under Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
İnsan av, ölüm onun avcısıdır.
Geçmişinde yetenekli oyuncuları, usta yönetmenleri, başarılı kalemleri, sinema âşıklarını, emekçileri barındırmış olsa da Yeşilçam, vefasızlığı ile de ünlüdür. Para kazansın kazanmasın, ünlü olsun olmasın sinemaya emek vermiş nerdeyse tüm isimler aynı vefasızlığa kurban gitmişlerdir. Bu isimlerden Hüseyin Zan derme çatma bir tezgâhta balıkçılık malzemesi satarak geçimini sağladığı Çınarcık’ta geçtiğimiz yıllarda kimsenin haberi olmadan ölmüştür. Yüzüne aşina olunan ancak ismi bilinmeyen Yadigâr Ejder’in parkta donmuş cesedi bulunduğunda birkaç gündür hiçbir şey yemediği anlaşılmıştı. Sinemamızın ‘’kötü adamlarından’’ Erol Taş’ın, sağlığında kahvehanesinde müşterilere çay götürmek zorunda kalmış olması, üzücü değilse nedir? Filmleri hala izlenme rekorları kıran Kemal Sunal’ın ölüm yıldönümünde mezarı başında yalnızca ailesi bulunuyordu. Yılmaz Güney’in sineması ile yapmaya çalıştıklarının tersine ucuz siyasete alet edilmeye çalışılması ise tek kelimeyle ayıptır. Geçtiğimiz günlerde bir röportajında Cüneyt Arkın ‘’Biz dükkân bir şey yapmadık. Bilmiyorum, çok uzun yaşarsam sefalet içinde kalabilirim.’’ diyor. Düşünün, Türk sinemasının en büyük aktörlerinden birisi nasıl böyle şeyler söyleyebiliyor? Bir Robert De Niro, Al Pacino geçinmek için ‘’bir dükkân’’ açmış olmayı ister mi acaba? Örnekler uzatılabilir ancak en basit Hollywood filmlerine ağzı açık bakarak, başyapıt muamelesi çekip, sıradan oyuncuları övmekten bıkmayan bir ‘’sinema yazarlığı ve izleyici’’ geleneğimiz varken, Türk sinemasının klasikleri kıyıda köşede kalmışken vefasızlığın aslında hepimizde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Şener Şen bir röportajında, ‘’Polisiye bizde çok iyi örnekleri olan bir tür değil. Hatta böyle bir gelenekten bahsetmek zor… İyi senaryo, bütün dünyanın sıkıntısı.’’ derken Cem Yılmaz da ‘’Polisiye, hayranı olduğum bir tür değil. İyi film, bende türden önce geliyor. “Vay be katil hiç tahmin etmediğim biri çıktı” gibi filmlere hiç eğilimim yok. Bizim filmin de buna oynadığını düşünmüyorum. Beni ilgilendiren işin bulmacasından ziyade karakterlerin gerçekliği… Seyirciye de böyle seyretmelerini tavsiye ediyorum.’’ diyerek basit ve tipik bir polisiye izlemeyeceğimizin ipuçlarını veriyor.
Dünya sinemasına Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni gibi muhteşem bir başyapıt hediye eden yönetmen bugünleri görmüş olacak ki, günümüzün ‘’beğenmezük’’ tayfasına yaranmak adına çizgisinden taviz vermeyerek doğru bildiği yolda yürümeyi başarmıştır. İzleyenler hatırlayacaktır, ‘’entelektüellerin’’ kendisini yok saymasına dayanamayan aşk filmlerinin aranan yönetmeni Haşmet, toplumsal içerikli bir film yaparak ‘’eleştirmenlerin’’ takdirine, hiç olmazsa eleştirisine mazhar olmak istemektedir. Yavuz Turgul ‘’Av Mevsimi’ filminde birkaç kişiye yaranmak adına güzel film yapma çizgisinden vazgeçmemiştir. Örneğin, ancak ‘’rakı ile papara’’ sahnesini yazabilen bir yönetmen, ‘’Avcı’’nın karısının ‘’ben gidince’’ diyerek kocasına bırakacağı ‘’defter’’ sahnesini yazıp çekebilir. Büyük ustanın ellerinden saygıyla öpmek gerektiğini söylemekten başka bir şey yapamıyorum, ne yazık ki.
Hollywood yıllarca bizlere polisiye film adına başına buyruk, söz dinlemeyen, asi, çılgın, kadın düşmanı ve deliliğin sınırlarında dolaşan kişileri ‘’karizmatik’’ unvanıyla pazarlamış ve pazarlamaya devam etmektedir. Bu karakterlerin gerçek hayatta karşılığının bulunmaması bir yana, en azından bizim coğrafyamızda bu tür karakterlere yer yoktur. Bir Dirty Harry, bir dedektif Riggs, ‘’Cobra’’ Cobretti tadında, kütüphaneye veya arşive giderek olayla ilgili tüm literatürü birkaç saat içinde tarayarak okuyan, özümseyen ve anlayan dedektiflerimiz ya da saatlerinin alarmını kurup ‘’üç dakikamız var’’ diyen suçlularımız yoktur.
Yalnızca bizde değil tüm dünyada da bir olay genellikle, günümüzde teknik araçlar yaygınlaşmış olsa da çevrenin araştırılması, tanıklarla görüşme ve ifade alınmasıyla çözülür. Şüpheli polisi fark edince kaçar, hatta polise ateş edecek cürete sahip olur ancak yakalanınca bülbül gibi konuşur ve sorgu odasına girince kuzu gibi olur. Savcı karşısında el pençe divan durmayan kimse yoktur. Polise diklenen karakterin gerçek hayatta karşılığı yoktur. Suçlumuz da budur, polisimiz de. Hepsi bu coğrafyanın adamlarıdır.
Tipik Hollywood polisiye filmleri ve pıtrak gibi çoğalan ‘’Olay Yeri İnceleme’’ dizileri Av Mevsimi filminde eleştirilmekten kurtulamamışlardır. Ceylan’ın yatağının başında Battal’ın ‘’bu sefer de olmadı deme’’, “vay be, nasıl gördün amirim” veya “bu ne dikkat avcı” gibi sözler, İdris’in zoraki bir biçimde ‘’ben bir tuvalete gideyim, geliyorum’’ demesi ve akabinde hasta kızın odasına girmesiyle cinayetin sebebinin öğrenilmesi, kızın vücudundan yalnızca tırnaklarının altında en önemli delil olan ve cinayeti doktora bağlayan deri parçalarını barındıran kolun bulunması, Battal’ın, İdris’e kesintisiz bir biçimde korunan evine nasıl girdiğini sorunca ‘’askerliğimi özel tim olarak yapmıştım’’ cevabı vermesi Hollywood filmlerinde sık rastlanılan ‘’tesadüfî’’ gelişmelerin eleştirisine örnektir. Tipik Hollywood polisiyesinde bulunan delilin ne kadar absürd olursa olsun olayın çözümüne katkısına, kahraman polislerin hemen her yere havalandırma boşlukları veya kanalizasyon şebekesinden girebilmesine ve ekip liderinin mutlaka görevi dışında uzmanlık seviyesinde ilgilendiği birkaç hobisinin olmasına -ki olayın çözümüne bunlar daha fazla katkıda bulunur- asla şaşırılmaz ancak yerli film izleyince bunlara tu kaka denilir.
Hollywood işi polisiye filmler ve yaratılan karakterler gerçek hayatta karşılığı olmayan tüm karakterler idealize edildiği fantezi tiplemelerdir. 11 Eylül olayları esnasında ikiz kulelerde kalan yüzlerce insan olayın ilk anında gayet soğukkanlı bir biçimde, cam kenarlarında bekleşiyordu. Kahraman ordunun ve itfaiyenin mutlaka onları kurtarmaya geleceğinden emin olarak sigara yakanlar bile vardı. Umutları tükenmeye ve çaresizlikle yüz yüze gelince pek çok insan yaşadıkları hayal kırıklığı sonucu kendisini onlarca metreden aşağıya bırakmıştır. Kendilerine bu hayal kırıklığını yaşatanlara isyan edercesine… Veya Irak’ın işgaliyle sonuçlanan savaş sırasında, filmlerde iğne deliğinden geçtiğini gördüğümüz uydudan güdümlü akıllı ‘’tomahawk’’ füzelerinin hedefi vurma oranlarının yüzde dört ila on arasında olmasına ne demeli?
Av Mevsimi filminde cinayeti çözmeye çalışan üç polisin hayatları bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde değişime uğrar. Görevi gereği Anadolu’nun pek çok yerini gezmiş, vazgeçmeyi bilmeyen, emekliliğine sayılı günler kalmış şüpheciliğiyle ünlü Avcı, somut gerçeklerle hareket etme olanağı kalmayınca sezgileriyle hareket etmek zorunda kalır. Bunun üzerine şüpheli olduğunu düşündükleri zengin aile, nüfuzunu kullanarak baskı yapar. İlişkilerini sınırlarda yaşayan tam bir delibozuk İdris, baskıya direnemeyen amirlerinin, baba olarak gördüğü Avcı’yı fırçalanmasını hazmedemeyince olayın çözümü için canını ortaya koyar. İdris, ölürken yaptığı ‘’bakış açınızı değiştirin’’ hareketini ‘’gözüme soka soka’’ seyirciye yapmıştır ve demek istediği ‘’izlediğiniz bir Hollywood polisiyesi değildir ve hiçbir Hollywood filminde polis canı pahasına bir olaya girmez.’’ Bunu o kadar belirgin yapmış olmasına karşın hareketi üstüne almayan seyirci garip yorumlarda bulunabilmektedir.
Sorgulama teknikleri konusunda teorik bilgiye sahip polis sahnesi Das Leben der Anderen (2006) ile gösterdiği benzerliği sevdiğim Av Mevsimi filminin Avcı’sı, filmin en güçlü karakteri olmasına karşın ukala, burnu havada fantezi bir karakter değil. Şener Şen Ikiru (1952) filmindeki mahalleye park yapılması ya da çöplerin zamanında toplanması için bürokrasiyi hızlandırmaktan başka elinden bir şey gelmeyen emektar memur rolünde oynuyor. Bunun bir hata değil yönetmenin tercihi olduğunu anlayamayan seyircinin filmden beğeni ile ayrılmamasını normal karşılamak gerekir.
Cinayet masası dedektiflerinin ‘’Hollywood tarzı’’ olmadığı eleştirilebilir ancak emekli dedektiflerin geçinemeyince kahvehane işletiyor olması, emektar bir polisin veda yemeğinin yine emekli bir polisin işlettiği kahvehanede yapılıyor olması veya parmak izi dosyasının olay yerine olayı soruşturan komiser tarafından götürülmüş olması yeterince gerçek değil midir?
Erkeklerdeki kadın düşmanlığı, siyah-beyaza yakın çekimler, katilin bulunmasına karşın mutlu sonla bitmemesi, zincirleme ölümler ve dış sesin kullanımı gibi noktalarda kara-film geleneğine yaklaştığını düşündüğüm Av Mevsimi Kazım Koyuncu’ya saygı duruşunda bulunmasıyla bile yeterince seveceğim bir film olmuştur. Cem Yılmaz isminden dolayı filme ilgi gösteren, Yavuz Turgul’dan habersiz günümüz seyircisi beklentilerini karşılayacak tipik Hollywood polisiyesi veya komedi filmi bulamayınca hayal kırıklığına uğradığını ve film hakkında olumsuz yorumların kaynaklandığı düşüncesindeyim. Cem Yılmaz karakterini hakkıyla oynamış, karakter ile bütünleşmiş ve kendisine hayran bırakmıştır. Seyircinin her sahnede ‘’gülünecek’’ bir şey araması Cem Yılmaz’ın güçlü oyunculuğunu görememesine neden olmuştur.
Salim Olcay
salimolcay@hotmail.com.tr
Yazarın diğer yazılarını okumak için şu sayfaya bakınız.