SanatLog yazılarına abone olunYazılar RSSSanatLogYorumlar RSS

1970′li Yılların Çok Az Bilinen Korku Filmlerinden Bazıları

70′li ve 80′li yıllar korku sinemasının altın çağı olarak kabul edilir. Gerçekten de tarihinin en nitelikli ve kaliteli bu yıllarda çevrilmiştir. Bu filmlerden bazıları çok ses getirmiş, ve hemen her sinemaseverin bildiği klasik filmlere dönüşmüşlerdir:

The Shining (Stanley Kubrick)
Halloween, The Fog, The Thing (John Carpenter)
Suspiria (Dario Argento)
The Texas Chainsaw Massacre (Tobe Hooper)
Carrie (Brian de Palma)
(William Friedkin)
Alien (Ridley Scott)
Poltergeist (Tobe Hooper)
The Omen (Richard Donner)

Evet, bunlar akla ilk gelen filmlerdendir. Ancak benim bu yazıda kısaca bahsetmek istediğim, yine bu dönemde çekilmiş ancak hemen hemen hiç bilinmemesine karşın son derece ilgi çekici, önemli ve düzeyli birkaç korku filmi.

1- – Michael Winner (1977, Gözcü)

İngiliz yönetmen Michael Winner ilerleyen yaşı nedeniyle uzun bir süredir film çekmiyor. Winner’ın en bilinen filmleri başrolünde Charles Bronson’ın oynadığı Death Wish serisi. Michael Winner genellikle aksiyon ve serüven filmlerinde çalışmış ve filmlerinin büyük çoğunluğu ticari yanı ağır basmış bir sinemacı. Oyalama sinemasının düzeyli örnekleriyle tanınıyor geniş kitlelerce. Ancak Winner’ın 1976′da çektiği ve ne yazık ki çok az bilinen ve kendi türünde çok önemli bir korku filmi var: The Sentinel (Gözcü). Bu film ilk bakışta oyuncu kadrosuyla dikkati çekiyor: Chris Sarandon ve Burgess Meredith’in yanında Ava Gardner, Christopher Walken ve Jeff Goldblum, Beverly D’Angelo gibi isimler kısa rolleriyle de olsa bu filmde göz dolduruyorlar. Filmin konusundan bahsetmek istemiyorum ancak çok özgün ve sıradışı bir hikayesi var filmin. Winner’ın bildiğim kadarıyla korku türündeki tek filmi bu ancak Gözcü, atmosfer yaratımı ve tedirginlik uyandırma konusunda o kadar başarılı ki fantastik sinema alanında bir mücevher gibi parlıyor. Bu filmde kullanılan bazı sahneler aradan otuz iki yıl geçmesine karşın hemen hemen hiçbir korku filminde görülmeyecek kadar sarsıcı ve vurucu. Bu tarz filmleri seviyorsanız kaçırmamanız gereken ve ne yapıp edip dvd’sini bir yerlerden bulmanız gereken bir başyapıt.

2- – Richard Marquand (1978, Miras)

Uzun bir süre önce aramızdan ayrılan Fransız yönetmen Richard Marquand herhalde en çok Star Wars dizisinin üçüncü bölümü Return of the Jedi (Jedi’nin Dönüşü) ile sinemaseverlerin hafızalarında yer etmiştir. Marquand çeşitli türlerde çalışmış bir sinemacıydı. Yönetmenin 1979 yapımı The Legacy (Miras) isimli korku filmiyse geniş kitlelere hiç ulaşamamasına karşın önemli bir korku filmi. Başrollerini günümüzde de film çevirmeyi sürdüren Sam Elliott ve Katharine Ross’un (En son Michael D. Sellers’ın Eye of Dolphin’inde karşımıza çıktı.) paylaştığı Miras, korku filmi antolojilerine geçecek bazı bölümler içeriyor. Filmin konusundan yine bahsetmiyorum ama son derece ilginç olduğuna emin olabilirsiniz. Çok kanlı ve vahşi bölümleri olmasına karşın günümüzün kanın oluk gibi aktığı istismar edici korku filmlerinin yanında çok masum bir film bu. Oyuncuların düzeyi, mekan kullanımı, müzik ve görüntü gibi öğelerin yerli yerinde işlendiği gömülü bir hazine bu film. Her ne kadar bazı sahneler biraz absürdse de sinemaseverlerin mutlaka seyretmesi gereken bir kült film.

3- – Jack Gold (1978, Medusa’nın Teması)

1978 yılından kalma yine bu çok az bilinen fantastik film ilk bakışta vurucu oyuncu kadrosu ile dikkati çekiyor: Richard Burton, Lino Ventura ve Lee Remick gibi her üçü de artık aramızda olmayan karakter oyuncuları filme daha en baştan bir çekicilik kazandırıyor. Ülkemizde yıllar evvel Medusa ismiyle gösterilen bu film yer yer polisiye, yer yer de bilimkurgu öğeleri içeren bir gerilim filmi. Her ne kadar çok özgün bir öyküsü olmasa da film sizi oldukça heyecanlandırıyor ve sürükleyici temposu sayesinde kendisini ilgiyle seyrettiriyor. Gerçi senaryosunda bazı boşluklar var ama anlatım dili ve konunun işleniş tarzı seyirciyi etkiliyor. Özellikle finaldeki dev katedralin yıkımını gösteren sahneler gerilimi doruğa çıkarıyor. Filmin hikayesinden bahsetmiyorum, ama hayli merak uyandırıcı olduğuna emin olabilirsiniz. Özellikle müzik kullanımı ve Fransız oyuncu Lino Ventura ile Lee Remick arasında geçen bölümler hayli usta işi -müziğe özellikle dikkat-. Adı sanı pek duyulmamış bir İngiliz yönetmen olan Jack Gold’un imzasını taşıyan The Medusa Touch keyifli bir fantastik sinema örneği.

4- (1975, Stepford Kadınları)

Roman Polanski’nin ünlü Rosemary’s Baby (Rosemary’nin Bebeği) filminin romanını da kaleme alan ’in kitabından uyarlanan bu usta işi korku filminin başrolünde Katharine Ross var. Bu filmin birkaç sene önce başrolünde Nicole Kidman’ın yer aldığı Frank Oz imzalı sıradan ve kalitesiz bir komedi versiyonu da çekilmişti. Stepford Kadınları tıpkı Rosemary’nin bebeğinde olduğu gibi gerilim yaratmak için dış öğelerden yararlanmayan, tamamen öykünün kendi içsel gelişimini öne çıkaran ve bu sayede günümüzün bol efektli ve tiksindirici kan banyosu korku filmlerinin aksine atmosfer oluşturmak için tamamen psikolojik öğelerden yararlanan ve bu sayede efektli korku filmlerinden çok daha fazla korkutan bir film. Özellikle filmin son yirmi-yirmi beş dakikasını oluşturan final bölümü kesinlikle korku filmi antolojilerine girmeye hak kazanıyor. Usul usul gelişen film finalde tüyler ürperten ve dehşete düşüren bir filme dönüşüyor -filmin finali gerçekten çok korkutucu-. Bundan otuz üç sene evvel çekilmiş bu korku klasiği izleyiciyi korkutmak ve germek için illa da kan banyosu, sadizm ve vahşete ihtiyaç olmadığını, içsel bir anlatımla, seyredenlerin çok daha vurucu ve sarsıcı biçimde korkutulabileceği konusunda da bir sinema dersi veriyor.

5- / Full Circle – Richard Loncraine (1977, Julia’nın Avı)

Bazı kitapları dilimize de çevrilmiş olan korku romanları yazarı Peter Straub’un romanından uyarlanan bu önemli korku filminin başrolünde usta oyuncu Mia Farrow var. The Haunting of Julia ticari sinemalarda gösterilmemiş, yanlızca kısa bir süre betamax videokasetlerin olduğu dönemde ortalarda gözükmüştü. Richard Loncraine adlı adı fazla duyulmamış bir yönetmenin imzasını taşıyan bu ürpertici film, Mia Farrow’un usta işi oyunu yanında, son derece özenli oluşturulmuş atmosferi, çok kaliteli görüntü ve müzik çalışması ve yine dış öğelerden çok öykünün içsel gelişiminden sağlanan gerilim duygusu ile türünde bir başyapıt niteliği kazanıyor. Filmin finali son derece kasvetli ve iç karartıcı, adeta bir trajedi duygusu uyandırıyor izleyicinin içinde.

Bahsedilen son iki filmden de anlaşılabilir ki kaliteli bir korku filmi çekmek için mutlaka özel efektlere ve şiddet göstermeye ihtiyaç yok. Ruhbilimsel öğeler ve derinliğine işlenmiş kişiliklerle korku duygusunu çok daha yüklü biçimde hissedebiliyor seyirci.

Yazan: Ömer Ziya Özkam

Sinemada Çıplaklık: Nudies, Roughies, Mondo ve Porno

Erotik sinemanın gelişmesinde çeşitli eğilim ve biçimler görülmektedir. Modern sinemanın çıplaklığa yer vermesi İskandinav ülkelerinden gelen, daha çok çekinmesiz natürel çıplaklığı içeren filmlerle olmuştur. Bu filmlerin bazıları, ırk güzelliğini belirtircesine, sosyalist propaganda filmlerinde olduğu gibi atletik vücutların sergilenmesinden ibaretti. Kesinlikle cinsel istek uyandırma amacı taşımıyorlardı. Fakat bu durumdan çıkar sağlamayı kafaya koyan sinemacılar, olay akışıyla ilişkisiz sadece erotizm amaçlı bazı çıplak insan görüntüleri eklediler filmlerine. Bunlar genelde kamp halinde yaşayan nüdistlerdi ve sinemada çıplak beden görmek isteyen izleyicinin tatminini sağlıyordu. Bu döneme ve filmlere “Nudies” adı verildi. Tabii ki sansür nedeniyle, bu motiflerin filmlere konması için neden bulmak gerekiyordu. Ve ne yapıldı; bir bilim adamı insanları çıplak gösteren bir gözlük icat ediyor, duvarların ötesini gösterebilen bir boyayı kullanan boyacılar genç kızları giyinirken dikizliyor, suçluların peşine düşen dedektifin yolu yanlışlıkla çıplaklar kampına düşüyor falan… Çıplaklar, doğal mekânları olan kamplar dışına çıkınca amaç gittikçe erotik dürtüleri tatmine yöneliyordu.

Bu esnada batı sineması Japon filmleriyle tanıştı ve bu filmlerin sansürlü gösterimlerinden bile oldukça etkilendi. Japonlar yapıları gereği erkekliği kaybetme korkusu taşıdıklarından kadınları, cinselliklerine karşı bir tehdit olarak görüyor, sevişme gittikçe sado-mazoşist bir hal alıyordu. Olay salt çıplaklıktan çıkıp faaliyete geçince yeni bir tür çıktı: “”. Bu dönemin en iyi temsilcisi Russ Meyer’di. Artık kadınlar sadece çıplak değil aynı zamanda tehlikeliydiler. Gürbüz vücutlarını cömertçe sergilemekle yetinmeyen ve ellerine silah geçiren ilahelerin karşısına zayıf, korkak ve paranoyak erkekler kondu. Bu filmler ister istemez kadın düşmanlığı da taşıyordu, erkeğin cennetten kovulmasını sağlayan da kadınlar değil miydi? Aynı zamanda sözümona bir ahlak dersi de amaçlanıyordu. Gençler arasındaki ahlaki çöküşün yansıtılması planlanırken, aynı zamanda izleyicilerin de ağzı sulandırılıyordu.

Daha sonra, İtalyan yapımlarda ortaya çıkan başka bir tür gelişti. “Mondo” diye tabir edilen bu türde, otantik kültürlerdeki erotizm bir belgesel havasında veriliyordu. Fakat olay böyle değildi tabii ki. Bir kere, verilerin çoğu yalan yanlıştı ve görüntülenen kişilerin -ki çoğu siyah deriliydi- gerçek mekânlarda değil de stüdyo dekoru içinde görüntülenmesi izleyicilerin gözünden kaçıyordu. Araya serpiştirilen birkaç vahşi hayvan, esneyen timsah veya uyuyan aslan gibi görüntüler ve kabile dansı sonrası orji benzeri sahnelerle biraz çeşni sağlanıyordu.

Çok geçmeden “Porno” sahneyi aldı. Kökeninin çok eskilere dayanmasına rağmen modern sinemadaki ilk örnekleri (hard porno kastediliyor) 1970 civarında verildi. Çünkü eğer bir sinemadan bahsedilecekse, bunun bir yapımcısı, öyküsü, adı sanı belli bir yönetmen ve oyuncusu olması gerekiyordu. Ve işte amatör işi pornoyu, kaliteli seyirciye ulaşabilecek seviyeye çıkaran film “Deep Throat” oldu.

Sinemada

Freud sağ olsun; hayatımızdaki tüm davranışlarımızı, düşüncelerimizi ve bilumum eşyalarımızı seksle ilişkilendirdi. Fallik obje de kişide, erkek cinsel uzvunu çağrıştıran her türlü objeye verilen Freudyen isim. Fallus, penisin Latince adı. Eski Yunanlılar, bereketin sembolü olan bu penis objesini tiyatroları da dâhil olmak üzere günlük hayatlarına entegre etmişler. O zaman müstehcen sayılmıyormuş çünkü bir şeyin müstehcen olabilmesi için yasak olması lazımdır. İnançlar anaerkillikten (doğa bereketi) ataerkilliğe döndükçe (semavi dinler) bu paganist obje hemen lanetlenmiş, müstehcen sayılmıştır. Bundan sonra bizzat penis şeklinde değil, onu çağrıştıran metalar kullanılmış, anlamı da bereketten çok erk sembolizmine kaymıştır.

Etrafımıza baktığımızda algıda seçiciliğe de bağlı olarak birçok fallik obje görebiliriz. Genelde diktatörlerin erklerini kanıtlamak istercesine yaptırdıkları görkemli anıtlar fallik objeye örnek olabileceği gibi gökdelen, minare, bıçak, silah, kılıç… da bu başlık altında sözü edilebilecek objelerdir.

Modern sinemada, işin heyecanını artıran unsurlardan biri güç çatışmasıdır. Bu, ataerkil bir düşünce sistemiyle çözümlendiğinden, bir erkeğin gücünün en güzel sembolü sertleşmiş büyük penisidir. Eh, porno filmler dışında bunu göstermek pek uygun kaçmayacağından, sinemacılar bilinçaltına hitap edecek çeşitli yollar arar; fallik objeler olaya dâhil edilir.

En kolay (ve beklenmedik örnek şu an aklıma gelen) “Shrek I”de (2001; Andrew Adamson & Vicky Jenson) kısa boylu kötü kalpli prensin, bu eksikliğini gidermek için kendisine koca bir saray inşa ettirmesidir. Hatta Shrek’in kendisi bile, sarayı görünce bunu dile getirir! Küçük penis, güçsüz erkektir. Bir animasyonda bunun kullanılması çok ilginç!

Büyücülerin ellerinde taşıdıkları (bulmacalarda sorulduğu gibi) erk timsali değnekler olan “âsâlar” da fallik objeye güzel bir örnektir. Büyücülerin genelde hand-to-hand çatışmaya giremeyip, filmdeki seksi hatunları da götürme kategorisinde olmadıklarından, güçlerini belli etmek için uzuuun bir şeye ihtiyaç duymaları normaldir. “Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği”ndeki (2001; The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring; Peter Jackson) Saruman ve Gandalf’ın, ince uzun (!) bir kulede, ellerinde âsâlarıyla dövüştüğü sahneyi hatırlayın. Bu yönden bakıldığında aslında ne yaptıklarını anladınız herhalde!

En güzel örnek ise “silah”tır; bu silah, tüfek veya tabanca olabilir. Özellikle westernlerde, tüm öykü aslında bu silaha sahip olma meselesinde yatar. Kötü adamın eline silah daha çok geçer, ona daha uzun sahip olur, onu çok ateşler ama her zaman ıskalar. İyi adam ise silaha daha az başvurur, silahı ateşlediğinde de mutlaka hedefi vurur! Bu silah, film boyunca kimin eline geçerse geçsin sonunda mutlaka iyi adamın elinde kalmalıdır. Silahlı adam kızı da kapar. Silahını kaybeden kötü adam korkak bir hayvana dönüşür.

Dinde fallik obje var mıdır? Doludur. En önemlisi ve üzerinde durulması gereken obje “haç (crucifix)”tır.  Katolik takıntıları olan ve şeytana karşı kesin bir zafer arzusuyla yanıp tutuşan sinema, özellikle korku filmlerinde haçı yerli yersiz kullanır. “Şeytan” (1973; The Exorcist; William Friedkin) adlı filmde Cizvit, içine giren şeytanın etkisiyle edepsiz şeyler yapan kızın suratına haçı dikiverir. Başka bir sahnede (kitabında bu sahne daha açık açık anlatılmaktadır) kız haçla mastürbasyon yapar. Artık daha ne kadar altı çizilebilirdi ki?


Ken Russell “” (1971; Şeytanlar) adlı filminin bir sahnesinde (ki bu sahne, Hıristiyan lobisinde nefretle karşılandığından filmden atılmıştır ve artık görmek mümkün değildir) histeri krizindeki bir rahibeyi, çarmıha gerilmiş İsa heykeli ile seviştirir. John Waters’ın “Multiple Maniacs” (1970) adlı filminin şölen sahnesinde Divine, haçı anüsüne sokar. Yüzündeki korkunç acı ifadesiyle çarmıhtaki İsa’nın yüzü birbiri içine geçer, onunla özdeşleşir. Vampirlerin suratına suratına sallanan haçların haddi hesabı yoktur.

Son örnek: “Nell” (1994; Michael Apted) filminde, uygarlıktan uzak kız, bazı erkeklerden bahseder; bunların karınlarında bıçak saplıdır; “gobai dei” der bunlara. İki bilim adamı nihayet bunu açıklığa kavuşturur; “gobai dei”, erkeklerin karnına doğru yükselen sertleşmiş penisleridir!

İstismar Sinemasında “” Olgusu:

Amerika’nın güney eyaletlerinde yaşayan taşralılara “redneck” lakabı verilmiş. Bunlar genelde tarlalarda çalıştıkları ve güneş ışıklarına maruz kaldıkları için “kırmızıense” (redneck) adı almışlar. Redneckler sinemada, genelde ırkçı, küçük komünler halinde yaşayan ve bu nedenle kendi aralarında evlilikler yapan, akraba evliliği nedeniyle eciş bücüş veya geri zekalı bireylere sahip olan, içmekten, yemekten ve avlanmaktan anlayan sorunlu tipler olarak resmedilirler. Türkçe karşılığı kıro olabilir fakat kırolar bu kadar tehlikeli değildir. Tarihte tarlalarında en fazla zenci köleyi bunlar çalıştırdıklarından günümüzde Amerika’da ırkçı nüfusun çoğunluğunu oluştururlar. Avcılığı sevdiklerinden silahlara da düşkündürler ve kanunları da bunu kolaylaştırmak için esnetilmiştir (bkz. Texas).

Filmlerde işlendiği kadarıyla ele aldığımızda, medeni şehirli insanın karşısına bir tehdit ve korku unsuru olarak çıkarlar. Genelde olaylar şöyle vuku bulur: arabalarıyla seyahat eden bir ailenin veya gençlerden oluşan bir grubun yolları, araçlarının bozulması sonucu ya da gezinti veya taşınma amaçlı, güney eyaletlerin birinde bir kasabaya düşer. Redneckler önce bu gençlere soğuk davranır, onları içlerine almak istemezler. Daha sonra nedensiz yere onları terörize etmeye başlarlar. Bu, ya tecavüz olur ya da bizzat fiziksel şiddet ve cinayet… Ya da bazı korku filmlerinde redneckler deforme canavarlar haline getirilir. Bu ya akraba evliliği ya da hükümetin yaptığı bazı nükleer veya kimyasal deneyler sonucu oluşmuş bir dejenerasyondur. Medeni Amerika’nın bu toplu histerisi ve paranoyasının kökeni Kuzey-Güney savaşına kadar uzanabilir. Redneck nüfusu verdikleri oylarla da yönetimde oldukça söz sahibidir (Bush olayı mesela). Buradan da bir husumet çıkarılabilir.

Redneck olgusuna çeşitli örnekler verilebilir: “I Spit on Your Grave”de (1978; Day of the Woman; Mezarına Tüküreceğim) şehirli kıza tecavüz eden bir taşralı grup vardır.

John Boorman’ın oskar adaylığı olan istismar filmi (!) “Deliverance”da (1972; Kurtuluş) macera yaşamak için doğal mekânlara çıkan 4 şehirli adam, rednecklerin işkencesine ve bizzat tecavüzüne uğrar. “The Hills Have Eyes” (1977; ) rednecklerin deforme olmuş suretleri tarafından yenen insanlardan bahsederken, “”te (1987; Pericles Lewnes) taşralılarımız bizzat zombilere dönüşürler (zombiler işçi/amele sınıfının korku sinemasındaki karşılığıdır). Bu yamyamlık meselesi en iyi “The Texas Chain Saw Massacre”de (1974; Texas Elektrikli Testere Katliamı) işlenir. Filmde 70’li yılların özgürlük düşkünü gençlerinden oluşan bir grup, Teksas’tan geçerken, yamyam bir redneck ailesinin akşam yemeği olur. Korku filmlerinin referans aldığı Ed Gain de gerçekte yaşamış ve filmlerdekiyle yarışacak sapıklıkta bir rednecktir. “Bullies”de (1986; Paul Lynch) yeni bir kasabaya annesiyle beraber taşınan genç, rednecklerin kızkardeşine âşık olur. Redneck aile, gencin gözleri önünde annesine tecavüz ederek cezalandırır.

Efsane film “Two Thousand Maniacs!”da (1964; Herschell Gordon Lewis) belirli yıldönümlerinde ortaya çıkan bir redneck kasabasına yolu düşenler, korkunç işkencelerle öldürülürler.


Bu filmin yeniden yorumu olan “2001 Maniacs’da (2005; Tim Sullivan) redneck imgesini daha bilinçli çizmiştir. Trash bir film olan “” de (2000; Lloyd Kaufman) redneck klasmanında sayılabilir.

Yazan: Wherearethevelvets

Blue Rita (1977; Das Frauenhaus) - Jesus Franco

Paris’te bir striptiz kulübü sahibi , aslında gizli bir örgütün patroniçesidir. Yanında çalıştırdığı striptizci kızlar, uluslararası namlı adamlarla yatarak onları uyutmakta, kaçırmakta ve gizli bir üsse kafesler içinde hapsetmektedir. Amaçları bu adamları konuşturmaktır (Neden? Belli değil. Zaten fark etmez). Yöntemleri çok değişiktir. Kafesledikleri adamların üzerine çamur benzeri mavi bir sıvı dökerler. Bu sıvının tesiriyle adamlar aşırı bir cinsel isteğe kapılırlar. Etrafındaki kızlar soyunurlar ve adamı çıldırtana kadar “gösterip vermezler”. Adam bu kadar işkenceye dayanamaz ve bülbül gibi şakır!

Blue Rita’nın geçmişi de travmatiktir. Sanırım 2. Dünya Savaşı sırasında işkenceye uğramış, genital organına kızgın sıvılar dökülerek yakılmıştır. Erkeklerle ilişkiye (anatomisi uygun olmadığı için) giremediğinden artık lezbiyen takılmaktadır! Bilmem mantığı anladınız mı?!

Yeni avları eski bir boksördür. Bu adam uluslararası önem taşıyan bazı gizli bilgilere sahiptir. Aynı yöntemlerle işkenceler başlar. Bu esnada Rita’nın örgütüne yeni bir kız katılır. Rita önce kızı kendisi dener ve memnun kalır. Bu yeni kız, eski boksörle yakınlaşır, Rita’yı kandırarak kaçmaya çalışırlar. Fakat aslında adam gizli bir örgütün üyesidir ve bilerek Rita’nın tutsağı olmuştur. Meğer yeni kız da bu örgütün üyesi miymiş? Rita’nın patronu mu bu işi ayarlamış, hepsi başka bir gizli örgüt adına mı çalışıyormuş… Her neyse. Zaten asıl niyet film boyunca çıplak kadınları izletmek ve film de bu konuda amacına gayet iyi ulaşıyor. Kadınlar neredeyse hiç giyinmiyorlar. Kulüpteki striptiz sahneleri bilinçli olarak uzatılmış. Kamera röntgenci konumunda, mesleğini sergileyen kızın gizli bölgelerini tarıyor. Gizli yatak odası latex ve sibernetik mobilyalarla süslü (Fütüristik moda konusunda Stanley Kubrick’in A Clockwork Orange’ı [1971; Otomatik Portakal] ile yarışıyor). Gizli işkence odalarındaki konsüller ve monitörler ise bütçenin ne kadar sınırlı olduğunu kanıtlıyor. Jelâtinlerle ve alüminyum folyoyla sarılı şalterler ve yanıp sönen ışıklar, trash filmi sevenlerin yüzünü güldürecek.

Yazan:

Sadomanía (1981; el infierno de la pasión) - Jesus Franco

Olga: Yeni evli genç ve sarışın bir kız.

Michael: Olga’nın taze kocası. Balayı için sâkin bir yer arıyorlardı.

Magda Urtado: “Özel mülküm” dediği kadın hapishanesinin zenci kadın yöneticisi. (Ajita Wilson tarafından canlandırılıyor. Zamanında transseksüel yıldızı olarak büyük sükse yapmış fakat makyajsız haliyle sırık bir basketbol oyuncusuna benzediğinden bu nâmı uzun sürmemiş.) Hapishanede sadece kadın gardiyanlar var.

Başkan Mendoza: Magda Urtado’nun hapishanesinde yatmak için dürbünle kız seçiyor. Magda ile anlaşması var. Filmde takma bir bıyıkla rol kesiyor.

Loba Mendoza: Başkanın karısı. Lezbiyen. Sevgili kocasından bir çocuk istiyor.

Tara: Uyuşturucu kaçakçılığından hapse düşmüş rüya gibi bir sarışın. Olga’nın arkadaşı oluyor.

Conita: Asıl adı Mercedes ama herkes ona Kanadalı diyor. Aslen Kanadalı değil ve şefkatli bir lezbiyen. Olga’nın arkadaşı oluyor.

Yeni evli çift, otomobilleriyle sakin bir köşe ararken kurak tepelerin gerisinde Magda Urtado’nun yönettiği bir hapishanenin sınırları içine girerler. Üzerlerinde sadece minicik bir kot şort olan silahlı gardiyanlar tarafından tutuklanırlar. Magda, Olga’yı tutuklar, erkeklerle işi olmadığından (!) Michael’ı serbest bırakır. Minicik şortlar dışında çırılçıplak taş kıran kadın mahkûmları uzaktan izleyen Mendoza, bir Fransız kızda karar kılar; fakat kız gelmeyi reddeder ve kaçmaya çalışır. Atlı gardiyanlar tarafından bir hayvanmış gibi halatla yakalanan kız bir kafese konur ve ertesi günün eğlencesi (hindi avı) olarak ayrılır. Magda ve Mendoza kızı salıverir ve kaçması için süre tanırlar. Çırılçıplak göle doğru (!) kaçan kız, bu süre sonra bu ikilinin kurşunlarına hedef olur. Cesedini göldeki timsahlar mideye indirir.

Tara koğuşunda, zamanında uyuşturucuyla yakalanmasını hatırlarken Conita tarafından teselli edilmeye çalışılır. Birden odaya gardiyanlar girer ve Tara’yı apar topar götürürler. Mendoza’nın öldürdüğü oyuncağının yerini alacaktır. Karısı Loba, Tara gelince kocasına şöyle bir sual yöneltir: “Sen mi başlıycaksın, ben açılışı yapiim mi?”. Tabii ki açılışı o yapar ve Tara’yı öpücükler ve okşamalarla kocasına hazırlar. Fakat Mendoza bu işi beceremez. Karısının ısrarına rağmen “Sen ona daha çok zevk verirsin” der ve yatak odasını terk eder. Loba gerçekten de kıza daha çok zevk verir!

Olga, Tara için endişelenmektedir. Conita, Tara’nın Mendoza’nın karısı tarafından çıtır çıtır yendiğini söyler ve Olga’yı teselli eder! Bu arada Michael dışarıda bir arkadaşıyla hapishaneyi bulmuştur. Karısının hayatından endişelidir.

Loba, kocasını uyarmakta başarısız olmuş Tara’yı kel bir denizciye satar. Kızı zorla bir tekneye bindirirler.

Günlük taş kırmaları sırasında zenci bir kadın gardiyan Conita’ya asılır. “Sana niye Kanadalı diyorlar, sen oradan mı geldin?” sorusuna karşılık Conita apış arasını tutar ve “Hayır senin gibi buradan geldim” der. Cat fight başlar. Başka bir gardiyan bunları ayırır. Magda’nın karşısına çıkarılırlar. Magda, Conita’nın meme ucuna iğne batırır ve akan kanı emer. Hayatta kalmak için yarın dövüşmelerine karar verir. Kafesler içinde düello alanına getirilen Conita ve gardiyan, bıçak ve mızrakla dövüşürken Magda ve Mendoza bahse girer. Conita kazanınca Mendoza da kazanmış olur ve kızı alır. Otomatların, hareketli tabloların ve keman çalan hareketli bibloların olduğu garip bir odada, sinir bozucu bir müzik eşliğinde koltuğa zincirlenmiş Conita, azgın bir kurt köpeğine becertilir. Onları izlerken uyarılan Mendoza ve karısı da harekete geçer ve nihayet Mendoza karısının içine boşalır.

Kurtarma çalışmalarına başlayan Michael ve arkadaşı bu esnada gardiyanlar tarafından fark edilir. Arkadaşı öldürülürken Michael, Magda’nın huzuruna getirilir. Magda çırılçıplak yatakta yatmakta ve kırbacını pubisine sürmektedir. Gardiyanlara Michael’ı uyarmalarını emreder. Hazır olan adamı üzerine çeker. Gardiyanlar iç çekerek seyrederken çeşitli pozisyonlarda birleşirler. İş bitince adamı götürmelerini söyler. Michael işini ziyadesiyle yerine getirmiş, hanımefendiyi memnun bırakmıştır. Dışarıda gardiyanların elinden kurtulan Michael, sessizce Olga’yı kaçırır. Bu arada uyur numarası yapan bir kız, olanlara şahit olur. Olga, arkadaşları Tara ve Conita’yı kurtarmak için kocasıyla Mendoza’nın evine gider. Conita ve Loba’nın evden çıkıp arabaya binmelerini gizlice gözlerler. Magda koğuşu sorgular ve tek şâhidi kodese tıktırır.

Loba, Conita’yı da kel denizciye satmıştır. Bağlı olan kıza sahip olan adam sonra onu bir geneleve satar. (Eşcinsel pezevenk Lucas’ı, yönetmen Jess Franco’nun kendisi canlandırıyor.) Burada, zorla çalıştırılan ve sağ memesi iltihaplanmış Tara’ya rastlar. Kız kötü durumdadır. Aynı şekilde hapishaneden geneleve düşen başka bir kızla Tara’ya bakım yaparlar; fakat kız ölür.

Yağmurlu bir gecede Magda, ihtirastan uyuyamaz ve gardiyanlara, kodesteki görgü tanığı kızı getirmelerini emreder. Vücudunu kıza zorla elleterek doyuma ulaşır.

Olga ve Michael sandalla gizlice gelir ve Lucas’ı erkek sevgilisiyle yiyişirken yakalar (sevgilisi rolünü takma bıyık takmış Ajita Wilson oynuyor). Silahla Lucas’ı yanlarına alarak, Conita’yı çağırtırlar. Kurtulan üçlü, Mendoza’nın evine girer ve Mendoza’yı öldürürler. Loba’yı, hapishaneye giriş için rehine olarak alırlar yanlarına. Loba sayesinde rahatça girdikleri kodeste Loba aniden kaçmaya yeltenir ve belasını bulur. Gardiyanlar öldürülür ve tüm mahkûmlar serbest bırakılır. Magda tam otomobille kaçacakken yakalanır ve timsahlı göl kenarına götürülür. Conita silah zoruyla Magda’yı göle sokar. Karı koca tarafından bundan sonraki planı sorulduğunda Conita “Ben yalnız bir kovboyum. Evim yok. Huzurlu bir yere gidicem” diye cevaplandırır. Sudaki timsahlar yavaş yavaş Magda’ya yaklaşırken jenerik akar…

Yazan:

Jack the Ripper (1976; Karındeşen Jack) - Jesus Franco

Kasım 28, 2024 by  
Filed under Occult ve İstismar Sineması, Sanat, Sinema

Oyn: (Dr. Dennis Orloff / )

, çektiği yüzlerce filmi yaparken dünyanın çeşitli yerlerini dolaşmış, yersiz yurtsuz bir yönetmendir. Avrupa’da çeşitli yapım firmalarıyla ortak film çekerken Almanya’da da bu filmi çekmiş, üstelik öykü Viktorien İngiltere döneminde geçiyor! Tabii ki oldukça düşük bütçeli bu film, zamanın kült starı Klaus Kinski’ye ayırdığı para dışında elde bir şey kalmadığını kanıtlıyor. Tek elden çıkma basit kostümler dönemin modasını yansıtsa da, Almanya’nın arka sokaklarında geçen sahneler hiç de eski İngiltere’ye benzemiyor. Sis makinesiyle olayı geçiştirmişler. Film fazla korkunç değil; fazla pornografik de değil (galiba aşırı uçlara gitmemesi konusunda yönetmen yapımcılarca sınırlanmış). Fakat özellikle halktan kişilerin ve görgü tanıklarının arasında geçen diyaloglar çok komik ve iyi. Gore efektler, her zamanki ucuzluğunu sürdürüyor. Doktor Dennis Orloff (Klaus Kinski) balıkçılık yapan bir adamın bacağındaki abseyi boşaltıyor fakat aslında çiğnenmiş sakızdan yapılmış bir dokuyu pensetle çekiyor. Öldürdüğü kadınların göğüslerini keserken neredeyse plastiğin kıtırtısını duyuyoruz. Fakat çuval içinden çıkan göz güzel yapılmış (ilk kurbanın parçalanmış cesedi nehre atılır, göz ve göz çevresini içeren doku parçası izleyiciye gösterilir).

Konu belli: Dennis Orloff, gündüz doktorluk yapmakta, geceleri ise bir bara takılmaktadır. Burada dans eden fahişeleri teker teker kaçırır, soyar, öldürür ve kızlar can çekişirken onlara tecavüz eder. Bir görgü tanığı vardır, yaşlı dilenci adam… Fakat ne yazık ki kördür! Olsun, duyduğu kokuları o kadar iyi tanımlar ki, polisler egzotik bir bitkinin nerede yetiştiğine varana kadar enformasyon alırlar.

Doktorun peşine düşen polis, zor günler geçirmektedir. Polisin balerin sevgilisi (Bale egzersizleri sırasında tanışırız kendisiyle, üstelik ortam ve kıyafetleri gayet moderndir.) nişanlısının depresif haline çok üzülür ve katilin sıradaki kurbanı olmak için kendisini yem olarak kullanır! Doktor kızı kaçırır ve kovalamaca nadir görülen bir bitkinin yetiştiği serada son bulur…

Yazan:

« Önceki Sayfa