Türkiye’nin AB Adaylık Sürecinin 50′nci Yılında Belgesel Film Gösterimi
Temmuz 23, 2024 by Editör
Filed under Belgeseller, Sanat, Sinema, Türk Sineması, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
“Neyse Halim, Çıksın Falim”
Türkiye’nin 31 Temmuz 1959’da başlayan ve bu sene 50. yılını kutlayan Avrupa Birliği’ne adaylık sürecini eğlenceli bir bakış açısı ile mercek altına alıyoruz. Bu serüvene, günlük hayatımızın en önemli iletişim araçlarından biri olan kahve falı ile yaklaşan, “Neyse Halim, Çıksın Falim” adlı belgesel filmin ilk gösterimi 30 Temmuz Perşembe günü saat 19.00‘da Pera Müzesinde gerçekleştirilecek.
Neyse Halim, Çıksın Falim / Coffee Futures
Yapım Yılı: 2024
Yapım: Umut Gürsel & Zeynep Devrim Gürsel
Görüntü Yönetmeni ve Montaj: Ebru Karaca
AB Danışmanı: Cengiz Aktar
Uluslararası İletişim Danışmanı: Zeynep Göğüş / TR Plus Centre for Turkey in Europe
**********
Film Hakkında;
“Neyse Halim, Çıksın Falim”, kendine has kuralları ve üslubu ile günlük hayatın vazgeçilmez ritüellerinden biri haline gelen kahve falı imgesinden yararlanarak Türkiye’nin 31 Temmuz 2024’da 50. yılına girecek olan Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinden kısa kesitler sunuyor. Film, falcının karşısında kaderinin ne olacağını öğrenmeyi bekleyen birinin psikolojisiyle Türkiye’nin AB karşısındaki belirsiz durumunu harmanlayarak Türk toplumunun bekleyiş sürecini ve bu bekleyişin toplum üzerinde yarattığı baskıyı eğlenceli ve biraz da absürd bir dille izleyiciye aktarıyor.
Yönetmenler Hakkında;
Zeynep Devrim Gürsel, Yale Üniversitesi’nde Edebiyat bölümünde tamamladığı lisans eğitiminden sonra, California Üniversitesi, Berkeley’de Antropoloji dalında doktorasını yaptı. Belgesel dünyasıyla 2024-2001 yıllarında Zeugma Yalnız Değil belgeselinde çalışarak tanıştı. Ayrıca, hayalperest küçük bir kız olan Camille Millecuori’nin okula alışma surecini anlatan Pronta Per La Scuola (Edizioni Lapis, 2024) adlı bir çocuk kitabı yazdı. Gürsel, halen Michigan Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.
Ebru Karaca, Hanau, Almanya’da doğdu. 2024 yılında The University of Applied Sciences (Mainz/Germany)’da Medya Tasarımı üzerine master derecesini tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşti. Karaca, halen Türkiye’de kısa film ve belegesel film çalışmalarını sürdürmekte ve TV reklamlarında yardımcı yönetmen olarak, post-production yönetiminde ve uluslararası televizyonlarda çalışmaktadır. Ayrıca video art, belgesel ve haber programlarında montaj yapmaktadır.
SanatLog Haber
SanatLog-Şirin Pancaroğlu Röportajı
Temmuz 21, 2024 by Editör
Filed under Arp Sanatı, Arpistler, Şirin Pancaroğlu, Büyük Besteciler, Gösteriler & Topluluklar, Klasik Müzik, Manşet, Müzik, Müzik Albümleri, Röportajlar, Röportajlarımız, Sanat, Türk Sanatçılar, Virtüözler
Arp sanatının uluslararası simalarından Arpist Şirin Pancaroğlu ile son albümü Telveten ve sanat yaşamının yanı sıra projeleri ile yürüttüğü çalışmalar üzerine söyleştik. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyor, 30. sanat yılını saygıyla kutluyoruz.
İyi okumalar.
SanatLog: Efendim, öncelikle yeni albümünüz Telveten için sizi kutlamak istiyoruz. Kendi adımıza albümü defalarca coşkuyla dinledik…
Şirin Pancaroğlu: Çok teşekkür ederim. Ne mutlu bana!
SanatLog: Telveten’de Doğu ve Batı müziğinin bireşimine ulaştığınız söylenebilir; fakat sizce de albümde Batı etkisi daha belirgin değil mi?
Şirin Pancaroğlu: Aslında ben doğu-batı gibi keskin ayrımlardan sakınıyorum, söz konusu kültürler olunca. Neyin doğusu ya da nereye göre batı? diye sormak geliyor içimden. Bu ayrımlar dünyanın bir merkezi olduğunu varsayıyor, oradan hareketle batı veya doğu deniyor, dikkatli olalım derim bu durumda. Bir genelleme olarak müziğin zaten kendi içinde melez olduğunu düşünüyorum. Telveten’de farklı müzik geleneklerinde yoğunlaşmış müzisyenlerin birikimlerini her bir parçaya akıttığını söyleyebiliriz. Melodiyi ben çaldığım için klasik müzik repertuvarını tabii ki kullandım, ama orada da müziklerin geleneksellikle önemli, kopmayacak türden bağları olanlarını seçtim.
SanatLog: Telveten’i öteki albümlerinizden ayıran nüans nedir? Bu albüm Şirin Pancaroğlu sanatında yeni bir basamak, yeni bir aşama sayılabilir mi?
Şirin Pancaroğlu: Telveten benim 4. albümüm. Ne ilginç ki, aslından planlamadan, albümlerim solo-ikili-solo-ikili şeklinde ortaya çıktı. Sadece geleneksel müzikle uğraşan birisi ile ilk defa çaldım, bu anlamda evet yeni bir aşama yakıştırması bana doğru geliyor.
SanatLog: Telveten’de sizin dışınızda İsrailli perküsyoncu ve besteci Yinon Muallem’i ve İran Tebriz’den, Azeri kemançede eşlik eden Arslan Hazreti’yi görüyoruz. Bu üçlü nasıl biraraya geldi?
Şirin Pancaroğlu: Buluşma Yinon’un beni bulması ile start aldı. İstanbul’da. İlk albümüm “Hasret Bağı” (Kalan) nı dinledikten sonra etkilenmiş ve bir öneri ile kapımı çaldı, albüm için değil tabii. Sadece birşeyler yapabilir miyiz birlikte acaba diye sordu. Ben de her zaman perküsyon ile çalmak istemiştim ama nasıl bir perküsyon olacağını kestiremiyordum. Yinon’un elindeki alet çeşitliliği beni cezbetti, hemen birkaç parça denedik ve çıkan sonuçları ilginç bulduk. Sonra birkaç konserimiz oldu, en sonunda Mayıs 2024’de albümü kaydettik. Arslan da İstanbul’da yolumun kesiştiği bir müzisyen oldu. Yinon ile farklı projelerde birlikte çalmışlardı. İstanbul, önemli bir buluşma noktası, buna artık herkesin ikna olması gerekiyor. Verimli bir coğrafya özellikle sanatçılar için.
SanatLog: Evet, çok sesli, uluslararası bir çalışma gerçekten de. Kimi kez kompleks ama daha çok ritimleri kolay ayırt edilebilen çalışmaları yorumlamışsınız. Fakat Albeniz’in lakonik bir üsluba dayalı Asturias’ını da kusursuz bir biçimde yorumlamışsınız…
Şirin Pancaroğlu: Öyle avantgarde bir şey yapmaya çalışmadık, müziğin içinde olanla oynadık sadece. Asturias’ı beğendiğinize sevindim. Ben özellikle çalmak istedim onu, hep gitardan bilinir, oysa arp ile de muhteşem sonuçlar alınabilen bir parça, bunu göstermek istedim, çok ihtişamlı bir parça…
SanatLog: Söyleşinin rotasını değiştirerek sormak istiyoruz: Kurucusu olduğunuz ve başkanlığını yürüttüğünüz Arp Sanatı Derneği’nin faaliyetleri hakkında bilgi verir misiniz?
Şirin Pancaroğlu: Derneğimizin amacı ülkemizde arp sanatına katkıda bulunmak. Hali hazırdaki düzeyi geliştirmek ve arpı yaygınlaştırmak. Şu an öncelikli olarak geçtiğimiz ay Rio/Air France uçak kazasında kaybettiğimiz sevgili arkadaşım ve meslektaşım arpist ve eğitmen Ceren Necipoğlu anısına yapacaklarımızla ilgileniyoruz. Zaten derneğimizin amacıyla onun amaçları çok benzeşmekte. Öncelikle imkanı yetersiz çocuklara gönüllü arpistler tarafından verilecek bir “Ceren Necipoğlu Arp Eğitimi Projesi”sini hayata geçirmeye çalışıyoruz. Ceren’in son mesleki arzusu 4. Uluslararası Rio de Janeiro Arp Festivali kapsamında seslendirdiği yapıtlarından bir albüm yapmaktı. Bunu, onun adına bizler gerçekleştireceğiz ve Ekim ayında İstanbul’da Ceren Necipoğlu’nu anma gecesini düzenleyeceğiz. Bu yılki Uluslararası Bodrum Gümüşlük Klasik Müzik Festivali Ceren’e adandı. Burada benim 9 Ağustos’ta bir konserim, Ceren’in öğrencilerinin ve benim öğrencilerimin ve diğer kursiyelerin katılımıyla, 7 Ağustos’ta Gümüşlük’te konserlerimiz olacak ve bu konserlerde Ceren’i anacağız. 2024 Dünya Arp Kongresi de (Vancouver) dernek tarafından anısına düzenlenecek, konserde Ceren’in öğrencileri, ben ve benim öğrencilerim çalacağız. 19 Temmuz’da “Harpists for Peace” oluşumu altında tüm Dünya’da farklı ülke ve şehirlerde aynı anda barış onuruna arp çalınacak. Derneğimizin bünyesindeki arpistler bu oluşumu Türkiye’de gerçekleştirecek.
SanatLog: Bu dernek, Türkiye’de arp sanatının tanıtılmasına ne gibi katkılarda bulundu ve aynı konsept dahilindeki uluslararası derneklerle ne gibi bağlantıları var?
Şirin Pancaroğlu: Şimdiye kadar gerçekleştirdiğimiz etkinlikler arasında farklı mekanlarda konserler var, bu sayede birçok insanı arpın sesiyle tanıştırdık. Bu yıl ağırlıklı olarak AB fonlarını araştırdık, derneğimize bir mekan kazandırmak için çalışıyoruz. Mart ayında yurt dışından bir arp teknisyenini Türkiye’ye davet ettik, Ankara-Eskişehir ve İstanbul’daki arpların bakımı yapıldı. Arp öğrenmeye başlamak isteyenleri henüz bünyemizde ders veremediğimizden arp dersi veren eğitmenlere yönlendiriyoruz. Şu an Avrupa Birliği programlarına başvuru için hazırlanıyoruz, bu süreçte Avrupa’dan birçok dernek, üniversite ve arpistlerle iletişim halindeyiz. Müzisyen üyelerimizin tamamına yakını Dünya Arp Kongresi üyesidir. Ayrıca Avrupa Arp Festivali’ni gerçekleştirmemiz için bizimle irtibata geçildi ve 2024 Avrupa Arp Festivali’ni Türkiye’de gerçekleştirmeyi planlıyoruz.
www.myspace.com/arpsanatidernegi
www.arpsanatidernegi.com
SanatLog: Uluslararası bir sanatçı olarak geniş bir vizyonunuz var. Uluslararası medyada sizin hakkınızda çıkmış yazılar, övgü dolu sözler var. Sanatınızın ve çalışmalarınızın Türkiye’de yeterince ilgi gördüğünü düşünüyor musunuz? Gerçi her türün meraklısı arzu ettiği müzik dalına ulaşıyor ama…
Şirin Pancaroğlu: Ben ilgiden memnunum ama tabii daha iyi olmalı diye düşünüyorum. Büyük bir nüfus var, yaptıklarımız ne kadarına ulaşabiliyor? Ülkenin genel durumundan tabii ki biraz nasibini alıyor, ama kesinlikle tatminsiz bir ortamdan söz edemem. Konserler bunun en önemli göstergesi, genelde salonlar hep dolu. Bu çok güzel bir his tabii.
SanatLog: Sanata ve sanatçıya değer verilmediği, yozlaşmış bir ülkede yaşadığımız düşüncesine katılır mısınız? Tabirimizi mazur görünüz lütfen ama mesela biz sizi yazılı ve elektronik medyada Demet Akalın’dan daha fazla görmek isterdik…
Şirin Pancaroğlu: Demet Akalın kim, tanımıyorum? Sanatçılara değer verilmediğini söyleyemem ama değerlendirme sistemimizde bir sorun var. Kaliteyi anlayamıyoruz. Burada basına önemli bir görev düşüyor ama orada da herkes çok tembel ve çoğu yetersiz…daha çok eleştiri yayınlanmalı, kütür sanat sayfaları daha dolu dolu olmalı, pek çok gazetenin böyle bir sayfası bile yok!! Basın insanların nabzına göre şerbet verdiğini söylüyor, ben bu ülkenin insanlarına basının da verebileceği çok daha iyi şeyler olduğunu düşündüğüm için TV ve gazete ile ilişkimi internet üzerinden bir-iki kültür sayfasıyla sınırlı tutuyorum. Mümkünse, herkese de öyle tavsiye ederim.
Sanatlog: Eğitimci kimliğiniz hakkında SanatLog okuyucularını bilgilendirir misiniz?
Şirin Pancaroğlu: İlk arp dersimi 15 yaşlarımdayken vermiştim. Cenevre’deyken hocam bana yirmi yaşlarında yeni başlayan yetişkin bir öğrenci göndermişti. Öğrenci ilk derse mandallı arpı ve bir de sarı metot ile çıkagelmişti. Kelt arbı geleneğini öğrenmek istiyordu. İlk o zaman farketmiştim, tipik enstrüman dersi formatının öğrenci ile öğretmeni ne denli yakın konumladığını. Yıllar sonra bu “yakınlığın” öğrencinin psikolojisi üzerinde büyük bir rol oynadığını, dışa tamamen kapalı bu eğitim biçiminin olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurabileceğini de öğrendim tabii ki. Pedagoji, öğrencilik yıllarımda bir aşamadan sonra ilgimi çekmeye başladı. Eğitim şimdi kariyerimin konserler kadar önemli bir parçası. Çalmadan öğretemeyeceğimi biliyorum. Öğrencime söylediklerimi kendi üzerimde ve sahnede test etmiş olmalıyım. Öte yandan öğretmeden de çalabilirim ancak konser vermek özünde sosyal bir etkinlik değil. Konserler, yekpare bir kitleyle önemli bir paylaşım alanı. Ben ise daha elle tutulur, bireyler arası bir sosyalliğe de gereksinim duyuyorum. Eğitimci faaliyetlerim, bildiklerime yenisini eklerken, mevcut bilgimi de sürekli olarak gözden geçirme olanağını tanıyor bana. Her düzeyde öğrenciden mutlaka birşeyler öğreniyorum. Bu da tabii ki kendi performansıma olumlu yansıyor. Eğitim ve konserlerim arasında böyle bir içiçelik söz konusu. Birini diğeri olmadan düşünemiyorum. Bu faaliyetlerimi şimdilik özel atölyemde sınırlı sayıda öğrenci ile yürütüyorum. Bugüne kadar eğitim üzerine uluslararası bazı yayınlarda makalelerim yayınlandı, konferanslarda sunumlarım oldu, Japonya, Sırbistan ve Slovenya’da masterclass’lar verdim.
SanatLog: Son olarak yeni projelerinizden de bahsedelim isterseniz…
Şirin Pancaroğlu: En yakın planlanan Ceren Necipoğlu anısına yapacağımız anma etkinliği ve albüm projesi, yine bu yıl sanat hayatımın 30. yılı ve bunu güzel bir kutlama konseri ve konsepte uygun yeni albüm ile bir dizi etkinlik yapmayı planladım, birçok yeni ve farklı konser projem var -web sayfamda (sirinpancaroglu.com) duyurulmakta- Ekim’de Fransa’da Türkiye Sezonu kapsamında “Padişahın Arpları” konseri Paris’te tekrarlanacak , -ilk konser 1 Temmuz’da Nantes’de yapıldı-, 2024 İstanbul Avrupa kültür başkenti kapsamında kabul edilen birkaç projem var hayata geçecek olan, arp için bestecilerimize yeni besteler siparişim devam ediyor, Arp Derneği ve etkinlikleri ile ilgili eğitim ve proje çalışmalarımız aktif olarak devam edecek, yeni ve farklı birçok projem var sırasıyla hayata geçecek olan…
SanatLog: Bu keyifli söyleşi için teşekkür ediyoruz efendim.
Şirin Pancaroğlu: Ben teşekkür ederim.
**********
Söyleşi Soruları: Hakan Bilge ve Operadaki Sessizlik
Söyleşiyi Gerçekleştiren: Hakan Bilge
**********
Ek Bilgi ve Notlar:
Şirin Pancaroğlu’nun XIII-21 Baroque Nomade’in müzik yönetmeni Jean-Christophe Frisch ile birlikte geliştirdiği yeni projesi, 1 Temmuz’da Fransa’nın Nantes şehrinde Festival de Printemps des Arts’da büyük bir beğeniyle gerçekleştirildi. Osmanlı Çeng’i ve Avrupa’daki kardeş çalgısı, arpa doppia’nın etrafında kurgulanmış, kültürlerarası bir müzik diyaloğu, yolculuk, hayal…. Proje, Fransa’da 2024 resmi Türk Kültürel Sezonu etkinlikleri kapsamında desteklenmekte.
Konserin tekrarı, 8 Ekim 2024′da Paris’te Petit Palais’te ve 18 Nisan 2024′da İstanbul Cemal Reşit Rey’de müzikseverlerle buluşmaya devam edecek…
1 Temmuz Fransa Nantes Konserinden 6 dakikalık görüntüye bu adresten, fotoğraflara ise şu adresten ulaşılabilir.
**********
Söyleşi için aracı olan ve Telveten’i SanatLog’a ulaştıran Prodüktör Şule Uslutekin Hanımefendi’ye teşekkürü bir borç biliriz.
Hadashi No Gen / Barefoot Gen (1983, Mori Masaki)
Temmuz 15, 2024 by Editör
Filed under Animasyon, Sanat, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Tarih bilinci, bir milleti millet yapan en önemli elementlerden. Bu bilince sahip olmayan ya da olamayan bir milletin ayakta kalması mümkün müdür? Cevap oldukça açıktır. Peki, bu bilinç nasıl ayakta tutulur ya da nasıl edinilir? Bu soruların cevapları oldukça budaklanmıştır, birden çok cevap bulunabilir pekâlâ; o halde buradaki asıl hedef, bu tarih bilincini elde etmektir. “Bunun nasıl olacağının pek bir önemi yok” mantığı da, şüphesiz yanlış bir mantıktır. Bazen ‘yol’un kendisi hedeften daha önemli bir konuma sahip olabilmektedir. Sinema bu duruma verilebilecek en güzel örneklerden biridir. Her film aynı zamanda tarihi bir belge niteliğini taşır. Hal böyle iken gerçeği çarpıtmak, tarihi galebe gelen tarafın bakış açısından alıntılamak ve bir tarih bilinci ortaya çıkarmak yerine tarihi sakat bırakmak olasıdır. Bu durum açıkçası tarih bilinci ortaya koymaktan daha tehlikeli bir durumdur ve sinema bu amaç için hizmet edebilecek en büyük yalancılardan biridir. Tıpkı okullarda dayatılan yanlı tarih gibi. Hazır yeri gelmişken şunu da sormadan edemiyorum. Peki, bilinçli bir seyirci bir filmden ne kadarını kendine mal eder ya da kendine mal ettiği olayların ya da tarihin farkında mıdır? Sinema kimi zaman türlü hile ve illüzyonlarla seyircisini aldatmayı başarır. Bazı şeylerin farkında olsak da bir şekilde imgelerin yağmuruna tutuluyoruz ve bilmeden de olsa bu imgelerin düşüncelerimizi yanıltmasına izin veriyoruz. Konuyu biraz örneklendirelim:
Sinemada yaz sezonları bilindiği üzere gişe filmleri üzerine yaslanmış bir sezondur. Bu nedenle büyük bütçeli filmler bu dönemde vizyona girer ve bizler de salonları doldururuz. Bu yazın iki büyük gişe filmi olan Terminator: Salvation ve Transformers: Revenge of the Fallen uzun zamandan beri beklediğimi itiraf etmeliyim. Ancak karşılaştığım bu filmlerin bir filmden çok tamamen propaganda üzerine kurulmuş görüntü çöplüğünden ibaret olduğunu belirtmeliyim.
Terminator filmini ele alırsak: Bilindiği üzere filmimiz gelecekten gelen robotların John Connor adındaki bir çocuğu korumaya çalışmasıyla başlar. Çünkü John gelecekteki robot-insan savaşında insanlığın kurtarıcısı konumuna sahiptir. Filmin bu son bölümünde, savaşın olduğu gelecekte, yani 2024 yılında kendimizi görürüz. Ne var ki tarihler yanıltıcı olabilir. Dünyayı ele geçirmeye ve insanlığı yok etmeye çalışan skynet (robotların lideri yapay zekâ)’in eylemleri benzer şekilde Hitler’in 2. dünya savaşında yaptığı gibi soykırıma yönelik bir tehdit unsuru taşıyor. Aslında olay; esir alınan insanların, tren vagonlarına benzer kutulara konulmasıdır. Bu imge apaçık bir 2. dünya savaşı tezahürünü akla getiriyor. (Filmlerde sürekli olarak kullanılan Yahudilerin tren vagonlarına bindirilişini hatırlayalım) Skynet apaçık bir şekilde Hitler’in suretidir. Yaratmaya çalıştığı üst robot tıpkı Hitler’in “üstinsan” (über-münch) yaratımının bir suretidir. John Connor ise tipik olarak, Skynet merkezine giren (B,u Alman topraklarıdır şüphesiz) ve buradaki Yahudileri (!) –yani esirleri- kurtaran bir kahramandır. Yani anlayabileceğimiz üzere tarih 2024 değil, 1945’tir.
Transformers filmi ise dini motiflere daha çok ağırlık vermiş bir Siyonist propagandasını aynı şekilde alt metinlerde saklayan bir film. Filmimizin başkahramanlarından ve auto-bot olan Optimus Prime’ın omuzlarına dikkat edelim. Göreceğiniz üzere daha önce dönüştüğü kamyonun egzoz uçları görünürken bu filmde apaçık piramit şeklinde bir üçgen görülebilir. Dolar üzerindeki Siyonist piramidin benzer taklidini Optimus Prime omuzlarında görmek mümkündür. Şüphesiz bu kadarla da kalmıyor, Optimus Prime açık olarak Hz. Musa’nın görevlerinden birini yerine getirmeye çalışıyor. Bu da Firavun’u yok etmek. Başka bir deyişle, Decepticon’ların lideri olan ‘fallen’i yok etmek. Eğer dikkatlice bakılırsa ‘Fallen’ karakterinin elindeki asa firavunların asalarına benzemektedir. Yüz hatları ve sakalın etrafındaki çizgiler ise firavunların taktıkları başlığa vs. Filmdeki dövüş sahnesinin Mısır ülkesinde ve piramitlerin yanında olması, yapımcının isminin Steven Spielberg olması ayrıntıları daha da ilginç kılıyor. Konuyu biraz fazla dağıtmış olsak da, tarih gerçekliği ile sinema gerçekliği arasındaki sınırı tam olmasa da kesik kesik çizmiş oluyoruz.
İkinci dünya savaşı, birçok ülke tarihinde nerdeyse bir milat olarak kabul ediliyor. Bu ülkelerin başında ise Japonya’yı sayabiliriz. 1945 yılında Nagazaki ve Hiroshima’ya atılan atom bombalarından sonra savaştan çekilen Japonya kısa bir süre içerisinde yeniden toparlanma dönemine girmiş ve büyük bir hızla gelişimini idame ettirmiştir. Filmimiz -her ne kadar animasyon olsa da- bu süreci ve sonrasını bir çocuğun gözünden ele alıyor. Türdeşi Hotaru no Haka / Grave of The Fireflies (Ateşböceği Mezarlığı) filmini bu minvalde seyreden diğer bir ikinci dünya savaşı filmi olarak anabiliriz. Bu filmleri diğer türdeşlerinden ayıran özellik ise kurguyu gerçeğin içine yerleştirmeleri ve hiçbir propaganda malzemesi yapmamalarıdır.
2. dünya savaşında Nazilerin, Yahudilere yaptığı soykırımın nerdeyse benzerini Amerikalılar da Japonya’ya 1945 yazında atom bombası atarak yapmışlardır. Almanların toplama kamplarında yapmış oldukları Yahudi tecridi, benzer şekilde Amerika da Japonlara yapmıştır. Ancak filmimiz sadece atom bombasının atılışı ve sonrasını ele almaktadır. Türk müzik grubu Almora’nın bu vaka üzerine yazdığı parçalarının sözleri durumu yeterince açıklıyor sanırım.
Sene 45 mevsim yazdı
Gökyüzünde lanet vardı
Uyumuştu tüm çocuklar
Güneş bile utanmıştıÇok uzakta bir ülkede
Yıllar yıllar önce
Kuşatılmıştı insanlar, karanlığın nefesiyle
Susmuştu bütün şarkılar, bu utanç yağmuruyla
Solmuştu butun çiçekler, kan kırmızı topraklardaSene 45 mevsim yazdı
Gökyüzünde lanet vardı
Uyumuştu tüm çocuklar
Güneş bile utanmıştı1945 - Almora
Hadashi no Gen / Barefoot Gen (Yalınayak Gen), atom bombasının atılmasından kısa bir zaman zarfından önce başlar. Gen ve ailesi mutlu bir şekilde kasabalarında yaşamakta ve mevsim hasadı olan buğdayları toplamakla meşguldürler. Gen’in babası kardeşi Shinji ve Gen’ e dönerek ‘buğday’ hakkında şu bilgiyi verir:
“Yaşamına senenin en soğuk zamanında başlıyor. Yağmur dövüyor, rüzgâr sallıyor. İnsanların ayakları altında eziliyor; ama buğday yine de kök salıyor ve büyüyor.”
Bu sözler, Japonya’nın savaş sonrasındaki toparlanma sürecini özetliyor bir nevi. Gen ve ailesi her şeye rağmen -yiyecek sıkıntısı, annesinin hamile olması, uçak saldırıları vs.- mutlu ve sabırlı bir şekilde yaşamlarını büyük bir sebatla sürdürürler. Burada savaşan askerler ya da ordu kadar halkın da paranoyal durumunun tasvirini görürüz. Etraftaki bütün şehirler bombalanmış olmasına rağmen Hiroshima henüz bir saldırıya uğramamış ancak her an saldırıya uğrama ihtimali halkın sinirlerini yıpratmaktadır.
Gen ve kardeşi annelerinin doğum sancıları tutması üzerine, onu mutlu etmek, sağlığına kavuşmasını sağlamak için absürd ve bir o kadar ilginç fikirler üretirler. Babalarıyla savaşın ne zaman biteceği konusunda yaptıkları konuşmalar filmin de savaşa karşı olan tavrını açıkça ortaya koymaktadır:
— Savaş ne zaman bitecek peki?
— Uzun süremeyecek. Japonya’nın her şeyi var, sadece ordusunu kaybetti.
— Eğer ordumuzu kaybettiysek, neden savaşmayı sürdürüyoruz?
— Neden mi? Çünkü hükümetimizde delirmiş adamlar var.
Savaş ve hükümet karşıtı olan babanın sözleri, hükümetin yaptıklarını desteklemediğini; hatta girilen savaşın oldukça korkakça olduğunu ifade etmesi filmin tavrını da göztermektedir. Bu da filmin ajitasyona rağmen, diğer propaganda filmlerinden nasıl ayrıldığını göstermektedir. Ancak o meşum saat gelip çattığında atom bombası Hiroshima semalarından bırakılır. Yeryüzü ile teması esnasında yaşamın bütün renkleri solar ve bir anlığına hayat siyah-beyaz bir fona dönüşür. Özellikle bombayla birebir temas yaşayan insanların durumlarını yansıtan kareler o dehşetli anları seyircisine yansıtıyor. Atom bombasının atılmasından sonra binlerce insan ölür; ancak daha şanssız olanlar, yaşayanlardır. Ölülerden pek bir farkları olmamasına rağmen cehennemi bir mekânda yaşamaya ya da ölmeye çalışmaktadırlar. Gen’in babası ve kardeşleri de bu felakette hayatlarını kaybederler. Annesiyle birlikte yalnız kalan Gen, annesinin doğum sancılarının nüksetmesi üzerine onun doğum yapmasına yardım eder. Yaşam ve ölüm arasındaki çizgide böylesine bir felaketten sonra verilmiş bir yaşam her zaman bir umut olduğunun göstergesidir. Gen annesi ve küçük kardeşine yiyecek bulmak için şehirde gezmeye başlar; ancak görünen o ki şehrin görünümü iç açıcı değildir. Yaşayan insanların üzerinde çürümüş etlerinin içinde dolaşan kurtçuklar, ölülerin yaymaya başladığı ağır hastalıklar, kamyonlara doldurulan cesetler kıyamet sonrası bir görünüm vermektedir. Cesetleri toplayan askerler, şehre gelen insanlar ve sonraki yıllarda burada ikamet eden insanlar kan kanseri ve ikinci derece kanserlerden etkilenerek hayatlarını kaybetmişlerdir. Bomba atıldığı anda yüz bin insan ölmüş, sonrasında ise ölenlerin sayısı yaşayanların sayısını geçmiştir. Seyirci olarak her şeye Gen ve annesinin gözlerinden bakmaya devam ederiz.
Gen bir askerin ölümüne tanık olur, hastalık belirtisi olarak dökülen saçları, kan kusması gibi bazı belirtileri kendisinde de görür. Radyasyona maruz kalması ve şehirde yayılan bulaşıcı hastalıklar yüzünden ölümün nefesini ensesinde hisseder Gen. Filmin anti-militarist yapısı ve eleştirisi burada bitmez. Amerika, Japonya’ya teslim olması için kesin uyarı vermesine rağmen hükümet Hiroshima’daki zararın raporlarda az görünmesine güvenerek teslim olmayı reddeder. Amerika ikinci bir atom bombasını 9 Ağustos günü Nagazaki’ye atar. Gen, sonrasında ailesinin evine gider ve ailesine ait 3 kafatasını çıkarır. Böylesine verilmiş bir gerçeklik duygusu sanırım duygu sömürüsüne de mahal vermemesi açısından çok önemli bir sahnedir. Seyirci ile gerçek yüz yüze getirilerek durumun sadece duygusal boyutunun değil, aynı zamanda savaşın vahameti üzerine çarpıcı ve görsel bir bağ kurar.
Gen, bildiğimiz Japon animasyonlarındaki çocuk karakterlerin nerdeyse prototipini oluşturuyor. Olaylara karşı bakış açısı, dirayeti, yaşadığı olaylara rağmen neşesini kaybetmemesi, yaşama azmi ve yaşama karşı güçlü duruşu vs. Ancak Gen’i diğer karakterlerden ayıran en önemli nokta kendinsinin bu gerçekliğin içerisinde gerçek bir karakter olarak durmasıdır. Bir anlamda fantastik öykülere sırtını dayamış diğer animelerdeki karakterler gibi değildir, o bizden biridir. Filmimize sonradan eklenen ve Gen’in kardeşine benzeyen karakter ile Gen, iş bulup para kazanmak için kollarını sıvarlar. Sonradan buldukları iş ise, radyasyona maruz kalmış zengin birinin çürüyen bedenindeki kurtçukları temizlemektir. Haliyle her şey bu kadar iyi gitmez, kısa bir süre sonra Gen’in küçük kardeşi ölür; ama buna rağmen yine de dirayetini kaybetmez. Tıpkı babasının ilk başta bahsettiği üzere buğdaylar yine yeşermeye başlar ve kanser yüzünden dökülen saçı da yeniden çıkmaya başlar Gen’in. Ve her şeye rağmen buğday kök salmaya devam edecektir.
Yazan: Kusagami
Yüzük Kardeşliği: Tolkien, Politik Tarih ve Cinsiyetçilik
Baştan söylemek lazım. Bu bir eleştiri yazısı değil; sadece farklı bir “okuma” yapabilme çabasıdır. Fikir, Tolkien’in yarattığı dünyayı bir “kaçış” olarak - korkup kaçmaktan çok, güncel dünyadan sıkılıp kaçmaya vurgu yaparak- yorumlanmasını kabul etmiş olması; ancak yarattığı dünyanın iki dünya savaşı ile olan alegorisini reddetmesinden çıktı (1). Bu reddedişin kimi postmodern teorileri sınama şansı sunduğunu fark ettiğimde, Tolkien’i maceranın sürükleyiciliğine kapılmayarak tekrardan okuma gerekliliğini hissettim ve bu yazı da böylece ortaya çıkmış oldu.
Her ne kadar Tolkien, özellikle kitabın ikinci basımının önsözünde, alegori yaptığını kabullenmese de dünyanın politik tarihini bilen hemen herkes, kitabı okurken (veya filmi izlerken) kötülük veya karanlık olarak tarif edilenin kitlesel üretim ve endüstrileşme (mass production and industrilization) olduğunu fark ediyor(du). Bunun da ötesinde gelişen olaylar üçleme içerisinde takip edildiğinde, “birinci dünya savaşı” öncesinden “ikinci dünya savaşı”nın sonuna kadar birçok olayla benzerlik kurulabiliyordu. En açık örnek, kitabın sonunda kartalların (Amerika’nın) gelip müttefiklere yardım etmesiydi.
Tolkien’in karşı çıktığı yorumlamalardan biri ise, kitapta bulunan dinsel, mitolojik ve efsanevi ögelerin çokluğuydu. Zira kendisine göre fantazya kitaplarının başarısızlığının birincil sebebi hem kendi içlerinde bir tutarlılık sağlama çabaları hem de gerçek dünya ile bir ilişki kurma uğraşlarıdır (2). Hatta Hıristiyanlık dahi bu hataya düşmüştür. Hem kendi içinde tutarlı olmaya çalışır hem de gerçek dünyada yol gösterme çabasındadır.
Bu iki karşı çıkış bizi bir ikileme düşürür: ya biz yanlış okuyor ve görüyoruzdur ya da Tolkien her ne yaptıysa bunu bilinçsiz bir biçimde yapmıştır. İşte bu noktada yardımımıza Frederic Jameson ve onun ünlü “Political Unconsciousness” (3) adlı makalesi koşacak. Üzerine biraz da Foucault ve Derrida serpiştirecez. Tuz ve biber olarak da cinsiyetçilik ve feminist söylemler ekleyerek bu ikilemi anlaşılır kılmaya çalışacağız. En sonunda göreceğiz ki düşülen bu ikilem, aslında Frederic Jameson, Foucault ve Derrida’nın bazı söylediklerini gerekçelendiriyor, bir anlamda doğruluyor!!
Bu girizgahtan sonra kısaca üçlemenin ilk kitabındaki bazı noktalara değinelim. Benim ilgimi çeken ilk şey, her ne kadar pek sorun çıkarmasa da Tolkien dünyasında da “para” denilen meretin bulunması ve bazı karakterlerin de aynen bizim dünyamızdaki gibi para derdinde olması (4). Ancak baştan söylediğim gibi para, kahramanlarımızın uzun yolculuğunda pek de sorun çıkarmıyor. Tabii paranın olduğu yerde efendiler ve kölelerin de olması pek de şaşırtıcı değil. Hatırlanırsa Sam filmin sonlarına dek bir arkadaştan çok “sadık bir uşak” tanımında (5). Bir diğer nokta ise coğrafyanın kendisindeki; şöyle açıklarsam daha doğru olacak: Çizilen harita, Avrasya’nın bir minyatürü gibi ve oryantalist bakış açısı ile modern devrin politik olayları içi içe yerleştirilmiş. Kötülüğün kalbi (Mordor) elbette ki Doğu’da, ama Batı’da bu kötülükle yarışan ve medeni insanlardan çıkmış yeni bir kötülük doğuyor. (Bu da Saruman veya ağır sanayisiyle Almanya) Dünyamızın olguları da aynen kalmış. Kuzey, bildiğimiz kuzey gittikçe soğuyor, güney ise bildiğimiz güney, gittikçe ısınıyor (ve bildiğimiz kadarıyla güneyde çöller var). Kuzayde batı ile doğuyu ayıran Ural Altaylar, bunun biraz güneyinde Kafkas Dağları ve bu dağların batısında dağlar üzerindeki bir ova (Tibet Ovası). Zaman kavramı da bizimki ile aynı. Tüm türler aynı takvimi kullanıyor. Öykünün devamında onca farklı tür ve kültürle karşılaşıyoruz; ama hemen hepsinde ekonomi esas olarak zanaat üzerine kurulu ve ticaret farklı kültürleri kaynaştıran ve refahı arttıran ek bir şey olarak görülüyor. Hepsinde iki cinsiyet (gender) var; kadın ve erkek. Erkeklerin özellikleri türlere göre, tabii ki zanaatları üzerine kurulu bir biçimde, bir ölçüde farklılaşmış; ancak kadınlar sadece iki tiple sınırlanmış: güzelliğine doyulamayan kraliçe, prenses vs. ile ev işlerini yapan ve yaşlandıkça dırdırı artan “ev hanımı” (6). Gariptir, öykünün tümü cinsel ilişkiyi yok saymış ve seksin olmadığı bir dünya yaratmış. Öpücüğün dahi düşünülmediği, güzelliğiyle başları döndüren kadınlara dokunma fikrinin olamadığı bir dünya… Diğer yandan kahramanlar ne zamanki yeni bir yere gelseler birileri ile karşılaşıyor ya da birilerince karşılanıyor. Tüm bu karşılaşma ve karşılanmalar erkekler tarafından yapılıyor. Yani ev dışında hiçbir kadına rastlamıyoruz tüm hikaye boyunca.
Okumalarda biraz da zorlanarak fark edilen bir durum ise, bu kahramanlık öyküsünün aslında muhafazakar bir hikaye olduğu. Herkes eski güzel günlerin özlemini çekiyor ve “ulu amaç” eski hali yaşatmak ve devam ettirmek (7). Kahramanlar ya kral, ya bey ya da bulunduğu şehirdeki zengin bir insan (8). Anlayacağınız mücadele aristokrasiyi koruma adına yapılıyor. Halbuki bu öykü Sauron tarafından okunsa ve kahraman Saruman olsa, karşımıza Fransız İhtilali’ndeki, yenilik isteyen devrim ruhu ve devrimci portreleri çıkar; Gandalf ve takımı ise geriliği isteyen aristokratlar olur.
Farklı türler bir arada yaşamıyor. Osmanlı topraklarındaki gibi herkes kendi mahallesine sıkışmış, biri diğerine “öteki” diyor ve tanımıyor. Elbetteki sınır karakolları bu durumun dışında. Örf ve adetlere bağlı olan tüm bu gruplar – veya türler, (Sauroncular hariç) kadim bir geçmişe ve zengin bir kültür kapitaline sahip. Ve aslında hepsi “doğru”nun ne olduğunu biliyor (ideanın içsel olduğu iddiası) ve bu “doğru” yolunda savaşanlara yardım ediyor. Doğru konusunda muhalefete düşüldüğünde, azınlık fikirleri de önemseniyor(muş) gibi yapılıyor ve uzlaşma aranıyor. Tam da istenilen demokrasi şekli. Diğer yandan kötülerin ya kafaları karışmıştır ya da sadece kötüdürler.
Toplumsal birkaç şey daha var ki değinmeden geçemeyeceğim. Bu yepyeni dünyada “başlık parası” var (9). Soy sop da müthiş derecede önemli. Hükmetme, hak etme, görev vb. gibi konularda, soy sop çok ciddi bir “meşruiyet aracı”. Yüzük Frodo’ya Frodo olduğu için değil, Bilbo’nun varisi olduğu için geçiyor. Bu konudaki karşı çıkışlar ise ariflerce “kaderimsi” bir algılayışla açıklanıyor. Okurken bir an kendimi Mardin’in herhangi bir köyünde hissettim. Yani anlayacağınız Tolkien dünyasının, bildiğimiz dünyanın 1000-1500 yılları arasından bir farkı yok. Ve üstelik dünyanın (ve ülkemizin) hala büyük bir kısmı Tolkien dünyasında yaşıyor!!
Bunca alegoriye ve klişe sınırlara rağmen, hala nasıl oluyor da Tolkien, kitabının bu dünya üzerine kurulu olduğu gerçeğini yadsıyabiliyor? Cevap basit. Her ne kadar itiraf edemesek de algılarımız toplumdaki bazı fikir ufukları ile sınırlanmış durumda. Mesela, mekan ve zaman olmadan düşünemeyiz (anlatılarda mekanı kısmen de olsa silebilmiş / bulanıklaştırabilmiş tek kişi Kafka sanırım, bir de Alan Robbe-Grillet’nin zamanı silikleştirdiği söylenir ama ben okumadım) ve ne yazık ki hepimiz dışarıdaki “şeyleri” zaman ve mekana oturttuktan sonra belirli formlara sokarız. Her ne kadar Sezen Aksu “beni kategorileştirme” diye haklı bir serzenişte bulunsa da, hepimiz algılarımızı diğer algılarımızla benzeştirir, farklılaştırır ve böylece kafamıza işleriz ki bu algılarımızın hepsinin kendini değil “gösterenlerini” biriktirebiliriz. Basitçe söylersek, hiçbirimizin kafamızda tek bir su algısı yoktur, su denilince “su” kavramını işaret eden bir çok “gösteren” (signifier) (bir kaynak görüntüsü, h2o, şişe, akarsu, deniz vs. Görselleri ve duyularının tümü) ile suyu algılarız.
Frederic Jameson’a göre tüm anlatılar üç semantik ufuk ile çevrilidir. En geniş çerçevede politik tarih vardır. Sonraki aşama zaman sınırları daha az olan sosyal tarih ve süregelen çıkar çatışmasıdır. Üçüncü ufuk ise üretim araçları (modes of production) üzerinde ortaya çıkan bilinç formlarıdır (10). Burda çok kısa bir biçimde değinmiş olacağız belki ama bu üç semantik ufuk, Tolkien’in gerçek dünya ile olan alegorisini açıklamaya yetecek. Zira Jameson’a göre bilinçaltı diye bir şey var ise, Platon’un ideları gibi, bu bilinçaltındaki “şeyler” bizim bilinçli dünyamızın sınırları dışındadır. Yani onları söz ile dile getiremeyiz ve bu nedenle de düşünemeyiz. Bu nedenle Freudyen bir psikolog ile hastası arasında geçen “tedavi(cure)” işi yalandan başka bir şey değildir. Aynı şekilde marxist görüşün savunduğu “bilinçsiz halkı” (false consciousness) bilinçleştirmek gibi bir durum yoktur; zira yanlış “bilinç değil”, “politik bilinçsizlik” (şuursuzluk) mevcuttur. Bu politik şuursuzluğumuzdan ötürü herhangi bir anlatı işine giriştiğimizde, şuursuz bir biçimde semantik ufuklar ile kısıtlanır, iç içe geçer ve bireysel bir yazı (text) oluşturmak yerine, kolektif bir yazı ortaya çıkarmış oluruz. Ve aslında yazdığımız her şey önceki ve sonraki insanların ürettikleridir.
“Dünyanın sonunu düşünmek, kapitalizmin sonunu düşünmekten kolaydır.” sözü bu durumu tam anlamıyla açıklıyor. İnsan, fikri olarak iç içe geçtiği ufuklardan sıyrılamıyor. İnsan beyni (mind), Tolkien gibi yepyeni bir dünya yaratmaya kalkışsa dahi, “parasız bir dünya” düşleyemiyor; fakir ve zengin ayrımının olmadığı mekanı kurgulayamıyor; kadın ve erkek dışında cinsiyetleri kabullenemiyor; rollerinden sıyrılmış cinsiyetlerin yaşayacakları bir “yaşamını idame ettirebilme gerçeğini (ya da hayalini)” yaratamıyor. Kendini ne kadar zorlasa da tarihteki politik olayların sırasını büyük ölçüde değiştiremiyor. Mesela uzun bir zaman en eski medeniyetin Mısır olduğu sanıldı. Ancak doksanlardaki kazı çalışmaları Sümerlerin daha eski olduğunu söylese dahi, hala birçok insan Mısır’ı daha eski biliyor ya da algılıyor mu demek gerek?
Foucault’nun iktidar kavramı ise Yüzüklerin Efendisi anlatısına karikatürsel boyutta cuk diye oturuyor. Zira bilgi-iktidar ilişkisi, toplum tarafından reddedilme / aşağılanma cezalandırılmaları ve gözetlenmenin etkileri romanın (destan daha doğru sanırım) her sayfasında kendini gösteriyor. Bilbo yapmak istemediği şeyi (yüzükten ayrılmayı), Gandalf’ın arifliğinin karşısında yapıyor; Frodo gözetlenme, izlenme korkusundan eriyip bitiyor; yer yer kahramanlar “korkak” sıfatını yememek için ölüme yollanıyor vs. vs.
Sonuç olarak Tolkien dünyası, insanın anlatılarda fikri ufuklara ne denli bağlı olduğunun (daha doğrusu mahkum olduğunun) bir ispatı gibi. Aynı zamanda iktidar kavramının reddedilemeyecek bir biçimde beyne işlenmiş olduğunu gösteriyor. Cinsiyet (gender) teorilerinin azımsanmayacak şekilde var olduğunu ve hem “kadın” hem de “erkek” modellerinin sil baştan yaratılan bir dünyada dahi aynı kaldığını gösteriyor bize (11). Tüm bunların romanın ve filmlerin popülerliğiyle beraber düşünülmesi esasında biraz da korkutucu bir manzara çıkarıyor karşımıza. Zira bu kitapların bu denli popüler olmuş olması (ünlü olmasından bahsetmiyorum, kitlelere ulaşmış ve beğenilmiş olmasından bahsediyorum), Tolkien’in insanların kolektif bir biçimde üretmiş olduğu alt içeriklerden sıyrılmamış olduğunu gösterir ve aslında hepimizin “para”, “efendi-köle”, “cinsiyet”, “soy-sop” gibi unsurları kabullenmiş olduğumuzu gösterir.
Yazan: Emin Saydut
Notlar:
(1) Deniz Erksan, Yüzüklerin Efendisi, Yüzük Kardeşliği, “Çevrilmiş bir yapıta Önsöz”. Metis yayınları: İstanbul, 1996. 14
(2) Tolkien’nin bu yorumlarını (karşı çıkışlarını) Wikipedia’dan, kitapların önsözlerinden okudum ve ayrıca İngiliz ve Amerikan Edebiyatı hocasından duydum. Daha da derinlemesine gidilmek istenirse, Tolkien’in yazmış olduğu“On Fairy Stories” adlı kitap bulunup okunabilir.
(3) Ben bu makaleyi Terry Eagleton ve Drew Milne’in beraber derlediği “Marxist Literary Theory, Blackwell, 1996” adlı kitaptan buldum. Sayfa 351-374
(4) Bir örnek için Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 37-38
(5) Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 276-278. Sam, şölende bile rahat edemiyor; zira efendisini memnun etmek onun için çok önemli
(6) İlk kitapta dört kadın geçiyor. Birincisi kıskanç, “dırdırcı” Lobilia; ikincisi güzel ve ev işleri ile meşgul Nehrinkızı Altınyemiş; üçüncüsü güzelliği dillere destan Arwen; dördüncüsü ise Elf Kraliçesi Galadriel.
(7) Bence bu çok açık bir şey. Tek tek cümlelere referans vermeye gerek görmedim.
(8) Aragorn: kral, Gimli: paşa çocuğu, Gandalf: arifler divanından, Legolas: kendi kralının buyruğu, Frodo: zengin Bilbo Baggins’in evlatlığı vs. vs. ki kitapta geçen tüm karakterler ortamın en ağır abileri. Pippin ile Merry ikinci kitapta ormanda kayboluyor ve Ormanın Efendi Ağacı onları buluyor vs.
(9) Bkz. Bkz. Tolkien, J.R.R, Yüzüklerin Efendisi birinci kısım Yüzük Kardeşliği. çev. İpek, Çiğdem Erkal. Metis yay: İstanbul, 1996. 239
(10) Eagleton, Terry; Milne, Drew. Marxist Literary Theory. Blackwell Publishers: Oxford. 1996. 352
(11) Gerçi Ursula K. Le Guin bu konuda bazı açılımlar yaptı.
Livius’un Roma Tarihi, Efsaneler, Mitler ve Kurtlar Vadisi
Temmuz 11, 2024 by Editör
Filed under Araştırma Kitapları, İnceleme Kitapları, Kitabiyat, Sanat, Tarihsel Kitaplar
İsa kendi halkı tarafından çarmıha gerileceğini ve ölümünden iki yüzyıl sonrasında öğretisinin Roma topraklarında kök salacağını tahmin etmiş miydi bilinmez; ancak Roma MS. dördüncü yüzyılda Hıristiyanlığı kabullenmek zorunda kaldı. Yurtseverliğe dayalı ve eski pagan kültlerinden oluşan ve esasında karmaşık bir din ile yaşayan Roma’da Hıristiyanlığın nasıl olur da bu denli kısa sürede, doğduğu yerden epey uzakta kök saldığı belki de Roma şehrinin kuruluş hikâyesinde aranabilir.
Bu hafta size sunacağım kitap, Titus Livius’un Roma Tarihi serisinin ilki olan ve şehrin kuruluşunu anlatan birinci kitabı. Livius’un öngördüğü ve kitabın sonuna dek izlediği anlatı belirli bir diyalektik barındırır aslında. Ona göre dışarıdan gelen ve Troyalıların torunları olan insanlar erkler sisteminde bir denge içerisinde olan Kuzey İtalya’ya (Adriyatik denizinin en kuzey ucu) vararak bir siyasi irade oluştururlar (elbette ki bu siyasi iradenin oluşumunu da efsanelerle anlatır). Bu siyasi irade zamanla kendi topraklarında gelişir ve geliştikçe de gereksinimleri artar. Gereksinimlerini karşılamak üzere komşularına başvurur ve bu gereksinimler karşılanmadığında, silah gücüyle komşularından birinden istediklerini alır. Bu gücün ihtiyaçlarını karşılamak için komşularını tehdit ettiğini gören diğer siyasi iradeler, Roma’ya saldırır. Roma kazandıkça güçlenir ve güçlendikçe kendi gücüne dair düşmanlar sürekli karşısına çıkar. Bu devinim şehrin kuruluşundan imparatorluğa uzanan döngüdür. Bu döngünün içinde iktidar kavgaları, saltanatların el değiştirmeleri sürekli bir biçimde görülür. Ve yine bu devinimde, benim durak noktaları dediğim, her savaş arasındaki barış aralıklarında, sosyal hayatın biçimlendirildiği görülür. Bir çizgi içinde anlatırsak; gereksinim artışı, gereksinimlerin komşudan sağlanması, korkan başka bir siyasi iradenin saldırısı, saldırıları def ettikçe büyüyen Roma şehri ve büyüdüğü için belli bir zaman için kendisine saldıracak kimsenin olmadığı barış dönemleri, önceki savaşlardan elde edilenlerin paylaşımı üzerine çıkan dini, ahlaki, ve yasal düzenlemelerin yapılması, yeni gereksinimler… ve döngü başlar…
Livius, Roma’nın kuruluşunda bizim için bir mitler yumağı olabilecek bir hikâye anlatır. Amulius babası Proca’yı sürerek, onun isteklerine karşı çıkar ve taht için seçilmiş Numitor’u da def eder. Numitor’un kızı Rhea Silvia’yı şeref bahanesiyle Vesta rahibeliğine tayin eder (böylece ölene değin bakire kalıp, yeni bir varis getiremeyecektir). Ancak bir müddet sonra kızcağız kaçırılır ve ikiz doğurur. İnsanlar ikizlerin babasının harb tanrısı Mars olduğuna inanırlar. Bunu duyan kral, kadını zindanlara attırır, ikizlerin ise Tiber nehrine atılmasını buyurur. Ancak ne hikmettir ki ikizler Musa gibi nehrin sularından kurtulur ve kıyıya sürüklenir. Türklerin Bozkurt efsanesini andırır bir biçimde, kıyıda dişi bir kurt tarafından bulunup emzirilirler. Daha sonrasında da Faustulus adında bir adam ikizleri bulur ve onları karısı Larentia’ya verir. Tahmin edeceğiniz üzere ikizler büyür ve serpilirler. Bir şekilde kralın kardeşinin torunları oldukları ortaya çıkar ve kralı öldürüp dedelerini başa getirirler. Dede de Roma’nın yedi tepesinden birini onlara bir şehir kurmaları için tahsis eder. Ve Roma şehri inşa edilmeye başlanır (1).
Başta da belirttiğim gibi bizim için tam bir mit yumağıdır bu hikâye. Efsanede İsa’nın babasız doğma mucizesini, Musa’nın nehirden kıyıya çıkmasını ve kıyıda bulunmasını, Türklerin Bozkurt efsanesini bir arada görürüz. Bir çocukluk hikâyesini dinler gibi Livius’tan, bizden bin yıllar önce olmuş olayları dinleriz. Çoğu yönüyle bu olaylar bize tanıdıktır ve okurken tarih değil, ninemizin anlattığı eski bir öyküyü okuduğumuzu hissederiz.
İsa’nın dininin bir biçimde (özellikle de Roma mitleri biçiminde), Filistin’de değil de Roma İmparatorluğu’nda yayılmasını ve güç bulmasını yadırgamaktan artık vazgeçebiliriz. “İsa’nın babasız doğduğunu ve hatta babasının tanrı olduğunu iddia eden” söylem, Filistin topraklarında pek inandırıcı gelmese de Roma topraklarında inandırıcıdır.
Hikâyenin sonrasında, başa geçen iki kardeşten biri diğerini öldürür ve tek başına iktidar olur. Roma ismi ondan gelir. Yani Romulus’tan. Romulus’un başından geçenlerden çok ölümü ilginçtir. Efsaneye göre ulu bir savaştan sonra, tepenin birinden, kendisini kaplayan bir bulutla beraber göğe yükselir. İnsanlar onu tanrı ilan eder (2).
Roma’nın kuruluş hikâyesinde teslisin üç yönünden ikisinin bulunması (belki diğeri de vardır, ama ben bilmiyorumdur), Romalıların Hırisiyanlığı seçmesinde elbet bir rol oynamıştır. Ancak bu rol bilinçsizce yerine gelmiştir. Bir anlamda Roma’daki inanışların söylemlerindeki “subtext” (3), İsa söylemlerine denk geliyor ve bu nedenle Hıristiyanlığı anlatmaya çalışan misyoner, Çin’de karşılaştığı diyalog zorluğunu yaşamıyordu. Kısaca şöyle denilebilir; misyonerlerin söylemleri Romalılar için anlaşılır ve kabul edilebilirdi. Hıristiyanlıkta Eski Ahit’in kabulü, Romalılar için pek de uzak değildi. Ne de olsa Roma’nın kuruluşunda bir Musa hikâyesi barınmaktaydı.
Hıristiyanlığın Roma’da yayılması gösteriyor ki, yeni bir söylemin gelişebilmesi ve yaygınlaşması, bu söylemin alt içeriklerinin görsel, sözsel veya kurgusal (oluş sıralamaları) “gösterenler”inin (signifiers) (4) olmasına dayanır. Ergenekon Davası bu sebeple Kurtlar Vadisi’nden sonra gelebilmiş, halk tarafından tartışmaya kabul görülebilmiş, kimilerince desteklenmiş, kimilerince kötülenmiştir. Bu destekleme veya kötüleme söylevlerinin en ilginç tarafı, “Kurtlar Vadisi” dizisine -veya dizi içerisindeki karakterlere- yapılan övgüler veya eleştirilerle benzerlikleridir. Bu benzerlikler, altta yatan içeriğin benzeştiğine dair bize bir fikir sunmaktadır.
Yirmi sene öncesinde, askeri cunta tarfından içeri alınıp işkence edilmiş, zorlanmış, sürülmüş entellektüellerin; bu askeri cuntanın getirileriyle başa geçmiş ve istedikleri gibi at koşturmuş insanların, devleti bir askeri cunta ile devirecekleri söylentisi büyük paralar ile propaganda edilseydi dahi; bu propaganda kitaplar, diziler yani kısaca oluşmuş belirli popüler kültür imgeler buketlerine dayanmadıkça başarıya ulaşmazdı. Yani söylemin kendisi hem savcılar, hem siyasiler, hem de halkın kendisinde herhangi bir tesir sağlayamazdı.
Doğal olarak gelebilecek ilk karşı çıkış, bu “gösterenlerin” diziden önce var olması gerektiği, aksi halde dizinin bu denli popüler olamayacağı gerçeğidir. Ancak, diziden önce yaygınlaşan (korsan kitaplar sayesinde her kademeye ulaşan), komplo teorileri kitapları unutulmamalıdır. Kurtlar Vadisi dizisi, olgular, kitaplar ve medya üçlemesi ile oluşmuş algıları belirli bir kurguya sokarak ve subtextlerin bütünlüğünü sağlayarak, tüm toplumda bu konunun diyalogunu belirli bir tabana sıkıştırmış oldu ve Türkiye yakın tarihini geri dönülemez bir biçimde tarih olmaktan çıkararak, “alt içerikleri aynı” sözlü öyküler haline getirdi. Diğer bir deyişle, dizi Türkiye yakın tarihini yapmayı mümkün kılan olayları, kurgudan ibaret bir imgeler bütünü ile kaplayarak bu gerçeklerin anlamlarına yön verdi. Gelecek nesile tarih yerine hikâye anlatarak, olmayan bir tarihi de mümkün kıldı. Nasıl ki Livius Roma’nın kuruluş hikâyesini kendine aktarılmış kurgu, mit ve efsaneler ile algıladı ve aktardı; gelecek nesiller de bizim onlara hediye etmiş olduğumuz diziler ile geçmişi algılayacak, hatırlayacak ve aktaracaklar.
Yazan: Emin Saydut
Notlar:
(1) Livius, Titus. Roma Tarihi I. Kitap. Çev. Şenbark, Sabahat. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yay., 1992. 27-28
(2) Livius, Titus. Roma Tarihi I. Kitap. Çev. Şenbark, Sabahat. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat yay., 1992. 46
(3) Subtext, kabaca sesli ve görsel iletişimin altında yatan içeriğe denir. Ayrıntılı bilgi için en kolay yoldan şuraya bakabilirsiniz.
(4) Signifier için imleyen diye bir çeviri mevcut, ama “gösteren” daha çok kişi tarafından anlaşılabilir. Ayrıntı için tıklayınız.