Yusuf Atılgan - Yaşanmaz
Aralık 26, 2024 by Editör
Filed under Edebiyat, Oykü, Ustalara Saygı
Leave a Comment
“Kalk, kalk” diyordu biri, duyuyordum. Sol yanağım yanıyordu. Adamın vurduğu yanağımdı bu. Kolumdan tuttu kaldırdı. Gücün doğruldum. Beş altı kişi durmuş, bana bakıyorlardı. Bir de çocuk vardı. Tümünü gördüm bir bakışta. Gözleri şakıyordu. Geçen gün sucuk aldığım bakkalın gözleri geldi aklıma. Dayanamayacaktım; kahderici bir sıkıntı vardı içimde. Birden hatırladım. Eve varınca kendimi öldürecektim. Rahatladım. Dikilenlerden biri:
- Sulanır mısın herifin karısına!.. dedi.
- Yalan! dedim, kaygısızca.
- Susun be! dedi. Ne var gülecek? Dağılsanıza siz.
Üstümdeki tozları silkiyordu eliyle. Tanımadığım biriydi. Önce çocuk yürüdü; sonra ötekiler. İkimiz kaldık yalnız. Üstümdeki tozları silkiyordu boyuna. Yüzüm yanıyordu.
- Ben Ali’yim, dedi. “Ali’ymiş.”
- Bir Ali vardı Manisa’da…
- Buralıyım ben, dedi.
Şimdi sokaktan geçenler bana bakmıyorlardı. Yediğim yumruğu görmemişlerdi.
- Eyvallah, dedim.
Gidecektim. Kolumdan tuttu.
- Olmaz. Kan var yüzünde. Şuracıkta odam, gel de silelim, dedi.
Yürüdük. Tahta basamaklardan çıktık. İkinci kattaydı odası. Yalnız yaşadığı belliydi. Duvarda bir genç kadın resmi vardı. Sarı saçlıdır diye düşündüm. Yüzümü ispirto ile silerken sordu:
- Niye vurdu sana?
Anlattım. İşten dönüyordum. (Orada olanları anlatmadım. Her günkü gibiydi. Bir özelliği yoktu bugünkülerin. Ama ben bugün vermiştim kararımı. Eve gidince kendimi öldürecektim. Bunları söylemedim.) Karşıdan geliyordu kadın; eski bir tanıdık gibiydi. Oysa hiçbir kadınla tanışmışlığım yoktur benim. Yol ortasında durakladım. Yanındaki adamı görmemiştim. Sol yanıma vurdu. İşte bu.
- Hergele, dedi. Karı oldu mu yanlarında aslan kesilirler. Dişine göre bulmuş seni.
Kısa boyluyum ben. Bücürüm. “Bacaksız” derdi babam, kızardım. Ama ona kızmadım. Kalktım.
- Aldırma, dedi.
Aldırdığım yoktu. Çıktım. Manavların önünde domatesler, dolmalık biberler yığılıydı; sonra kocaman ak benekli, donuk yeşil karpuzlar. Bunlar ötekiler içindi ben başkaydım. “Sen başkasın” derdi öğretmen; başı benim söylemeyeceğimi bildiği bir sözü kaçırmaktan korkuyormuş gibi öne eğik, sağ eli kulağında, gözleri kısılmış, yüzünde belli belirsiz pis bir gülüş “Değil mi filozof?” Ötekiler gülerlerdi; çın çın öterdi sınıf. Utanırdım.
Yine utanıyordum. Kira isteyen bu yıpranmış kadın elinin arsızlığına –yüzüne bakmazdım– yıllardır alışmam gerekirdi, ama olmuyordu. Her ayın birinci günü madam ‘salon’ dediği bu kara tahtalı, loş, isli, pişmiş soğan kokulu yerde, kapıya yakın bir koltuğa oturmuş, kiracılarından para toplardı. Üç onluk bıraktım eline. “Al bakalım; hakkınmış gibi ye!” demişti mutemet, aylığımı verirken. Tam o zaman mı istemiştim ölmeyi yoksa? Ağustos böceğinin sözü kafamın diline o zaman mı takılmıştı. “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” Ötekiler bana tuzlu kahve içirdikleri zaman bir mutemet kalırdı gülmeyen. Gözlüğünün üstünden bakardı.
Odam alacakaranlıktı. Işığı yaktım. Perdeler inik, bir de kapı sürgülü oldu mu kendi ülkemdeyim burda. Yeğindim, sivrisinek gibi. Tavana baktım. Büyük eksiklikti bu; ustalık üstüste kocaman yapılar dikmekte değil, odaların tavanına sağlam halkalar çıkmaktaydı. Birden çocukluğumun asılmışını gördüm. Dili, gözleri dışarıda, sümüklü korkak. “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” En iyisi ağu içmekti ama aramak için yeniden ötekilerin arasına çıkmak gerekti. “Ulan sağ ayağın altı parmaklıymış senin be” “yalan” derdim. Ayakkabımın bağına uzanırdım. Katıla katıla gülerlerdi. Şaşırır kalırdım. Mutemet gözlüğünün üstünden bakardı. “Sen başkasın” derdi öğretmen. Sınıf çın çın öterdi. “Hey bücür, temize çek şunu.” Bücür bendim. “Bu suratla mı be? Vazgeç, korkar kadınlar.” Çağımızın öncüsüydüm ben; ama beni yerden kaldıran adam üstümü başımı silkmişti. “Yirmi liraya bu gömlek ha! Kazıklamışlar seni. Benimkine bak, onüç liraya.” Sonra o bakkal, yarım kilo sucuğa beş lira alanı: “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” İstemiyordum alacağımı. Bilek damarımı kesecektim. Ötekiler kapımı kırınca ne yapacaklardı acaba? Madam kızardı belki. Önce karşı duvara kara boyayla kocaman bir YAŞANMAZ yazacaktım.
Doğrulurken kalçama bir sancı saplandı. Bugün üstüne düştüğüm kalçamdı bu. Birden beni yerden kaldıran adam geldi aklıma. “Ben Ali’yim” demişti. Kolumu tutmuş, üstümü başımı silkiyordu. Ötekilerden biri değildi. Yüzümü silerkenki bakışı vardı. İçimde bir eziklik, kudurgan bir sevgi büyüdü birden. Kafamda her şey yerli yerine oturdu. Köşedeki sepetten havanelini alıp iç cebime koydum. Ağırdı. Sokağa çıktım.
Odasında yoktu; kilitliydi kapısı. Üst kata çıkan merdivenin kuytusuna oturup bekledim. Çok beklemedim. Bir ara sokağa yağmur yağdı. Sonunda geldi. Kalkarken gördü beni.
- Sen miydin? İyi ettin de geldin. Gel içeri girelim, dedi.
Odanın aydınlığında yürürken sendelediğini gördüm. Gözleri ışıldıyordu, sevinçli.
- Biliyor musun, seviyor beni.
- Kim, bu mu?
Duvardaki resmi gösterdim.
- O.
- Saçları sarı mı?
- Evet.
Anlattı. Önce bir gazinoya gitmişlerdi. Ben artık dinlemiyordum. Sol kolum havanelini bastırıyordu. Sarhoş olduğu belliydi. Duvardaki kadın onu sevmezdi. Yazılı ödevini yaptırıncaya değin adamın gözüne gözüne bakan, sonra ötekilerle birlik gülen, benim tanıdığım sarı saçlıdan bambaşka biri miydi bu? Değildi. Sevmiyordu onu, aldatıyordu. Aldandığını anladığı zaman nasıl üzüleceğini biliyordum. “Konuş bakalım, konuş” diyordum içimden, “Sen hiç olmazsa mutlu gideceksin.” Her şey benim kafamda oturgun düzene uygun geçecekti. Değişmezdi bu. Üstümü silkmişti. Pisliğin içinde işi yoktu onun.
- Neyin var senin, hasta mısın? dedi birden.
- Yoo, çok iyiyim, dedim.
Gerçekten de öyleydim.
- Şarap var dolapta; birer bardak içeriz ha?
Dolaba doğru yürüdü. Ben de yürüdüm. Önce dönecek sandım; oysa sendeliyormuş. Havanelini sağ elime aldım; bütün gücümle vurdum başına. Yüzükoyun düştü. Odayı korkunç bir gürültü kapladı. Nice sonra döşemeye kan aktı. Öylesine yeğindim ki hop desem uçacaktım; sivrisinek gibi. Şimdi kendimi öldürebilirdim.
Boris Vian - Jazz’ın Yarım Asırlık Serüveni
Jazz hakkında kayda değer yazılar yazmak çok zor, bu makale de bu zorluğu kanıtlayacak.
Herkes Jazz’ı ayrı bir biçimde tanımlıyor. La Parisienne ‘deki editörüme şöyle sormak geliyor içimden: “Örümceklerle ilgili bir makale yazsam olmaz mı?” “Kömür tozu ya da hardallar üzerine bir yazıya ne dersiniz?” Ama yanıtın ne olacağını biliyorum. Bu yüzden, tamam, deneyelim ve şeytanın bacağını kıralım. Sevdiğinizden dolaysız ve anlaşılır bir dille söz etmek zorunda bırakılmak –ne insanlık dışı bir yükümlülük bu!
Okurlara gidip konu üzerinde yazılmış pek çok kitaptan birini almalarını önerebilirim. Bu kitapların sayısı gitgide artıyor. Büyük boy küçük boy, birkaç cilt halinde ya da cep kitabı niteliğinde… Ne ararsanız. Bir de bütün şu meşhur dergilerde yer alan makaleler. Her dilde, Japonca dâhil. Tokyo’da, Hindistan’da, Avustralya’da, Güney Afrika’da Jazz kulüpleri var. Belki Doğu Bloku’nda bile vardır, kim bilir?
Ama bu kitapları önermek sorumluluğunu üstlenmeyi reddediyorum. Onları okurlarıma önermem. Dergiler ise, tıpkı sözlükler gibi, fazla okumayı sevmeyen insanlara hitap ediyor. Sevgili okurlarımızın migrenle boğuşmasını da istemeyiz, tabii. Birçok çelişik ve karşıt görüşü okuduktan sonra iç huzuruna kavuşmak için dört dönebilirler. Örneğin şu görüşe bir bakın; “Eğitimli bir biyolog olarak, jazz’ı çocukluk, erişkinlik ve yaşlılık safhalarında incelenmesi gereken canlı bir organizma gibi görüyorum.” (Bernard Heuvelmans, From Bamboila to Bebap )
Okurlar yukarıdaki tanımdan hemen jazz’ın son evresinde olduğu sonucuna varacaklar. Oysa benim konu üzerinde yazdığım kitapta, bu yaşam dolu sanatı yaratıcılıklarıyla zenginleştiren müzisyenlerin, kendi ellerinde doğum yapmadan bunaklaştırılamayacaklarını okuyunca şaşırabilirler. Ne o? Yoksa gözlerinizde o kurnazca parıltı mı belirdi?
“Jazz’ı tanımlamaya başlasan iyi olur, ihtiyar. Şu anda yalnızca kelimelerle oynuyorsun” mu diyorsunuz?
Dizleri tutmayan bir ihtiyar olan ben, savunma makamından ancak şu yanıtı verebilirim: “Sizi kelime oyunu oynamaya zorlayan kavramlar vardır. Yapacak başka bir şey bulamazsınız. Jazz da böyledir.”
Bernard Heuvelmans iyi bir adamdır, bu yüzden demin başlattığım saldırıyı sürdürmeyeceğim. Kendi çapında kelime oyunu oynadığını belirterek tanımlamasının geri kalanına dönüyorum: “Hangi öğenin yer aldığı bağlamı söz konusu olursa olsun, jazz aslen Amerikalı siyahların müziğidir.” (Aynı kaynak)
Biz de şu yorumları yapalım:
• Heuvelmans’ın kendisinin de anımsattığı gibi, siyahların Louisiana’ya jazz’ın doğum yerine ilk geldikleri tarih 1712′dir.
• Pek çok farklı etkenin içinde Afro-Amerikan buketinden çiçekler de yer alıyordu.
• Çorbaya bir yığın şaşırtıcı ölçüde farklı baharatlar konuldu. Konmaya da devam ediliyor.
• Bu yüzden “Eski, iyi müzik jazz’dı. Şimdiki değil” denemez. Oluşum tamamlanmış değildir. Ancak, tamamlanmış olsaydı; bazıları sevinirdi her halde.
• Bir başka yönden, bazı Amerikalıların “diga-diga-doo”ları için kendilerini siyahlara saygı duymaya zorunlu hissetmeleri güç.
• Şimdi kendimi bukalemunvari bir biçimde sakladığım köşeden çıkıp sorunun köklerine ilerleyeceğim.
Dostum Eddie’nin televizyonu var. Geçen gün onun evinde Afrika müziği üzerine bir belgesel izlerken, oldukça ilgi çekici dans figürlerine rastladım. Hayranlık uyandıracak güzellikteki çok ritimli ezgilere eşlik ediyorlardı. Yerlilerin marimba ve tamburlar eşliğinde bir ileri bir geri hareket etmelerini asla unutmayacağım. Fakat bunu izlerken içimden, ritmin Afrika müziğindeki egemen öğe olmadığını iddia edenlere karşı olduğumu bir kere daha bağırarak ilan etmek geldi. Kişisel açıdan, bu müziğin kusursuzca dengelenmiş olduğunu düşünüyorum. Çok ezgililik çok ritimlilik kadar önemlidir. Bu ilkel, tahta enstrümanlardan gelen ezgiler belki de çağın en yeni cihazlarından çıkan seslerden daha gelişkin ve karmaşıktır. Bazen sinir bozucu bile olsalar, bütün bu notaları bir arada duymayı seviyorum.
ABD’ye göç eden –daha doğrusu zorla göç ettirilen- Afrikalılar müziklerini de beraberlerinde getirdiler ve müzikleri o topraklarda büyüdü. Beyazların azar azar özümsedikleri bu müzik Protestan ilahileri, Fransız kadrilleri, marşları, polkaları gibi özgün öğelerle buluştu. Afrikalılar Avrupalı enstrümanlarla tanıştırıldılar. Ancak bu enstrümanların geleneksel kısıtlamalarından memnun kalmayınca, üflemeliler ile yaylıların eski kurallarını yerle bir ettiler. Partiler ve pikniklerde çaldılar, nota okumayı öğrendiler; beyaz müzisyenlerle çalıştılar, blues’u yarattılar, en sertinden viski içtiler, cenazelerde yürüdüler, düğünlere katıldılar ve bugün bunları yazmaya koyulan kıt zekâlılar kitlesiyle nasıl konuşacaklarını kavradılar.
Tuhaftır, eleştirmenler tek bir noktadan anlaşır. Jazz’ın doğum tarihini 1900 yılı civarına yerleştirirler. Bir de 1907′de tımarhaneye gönderilen ve 1931′de ölen Buddy Bolden adlı trompetçiye tapınırlar. Ancak bizden onu duyan yoktur.
Jazz hakkında söylenecek daha önemli şeyler var. Varlığını kabul ediyoruz bu müziğin. Öyleyse biz karışmadan önce daha iyi giden bir konuya metafizik sorunları katmaya gerek yok. “Nasıl” ile uğraşmak, “ne” ile uğraşmaktan daha ilginç görünüyor.
1917′nin New Orleans’ına dönelim. Donanma bir ayaklanma yüzünden eyaletin bir bölgesini boşaltır. İşlerini kaybeden müzisyenler de Missisippi nehrinin yukarı bölgelerine gider ve her gittikleri yerde jazz tohumu ekerler. Tohumlar büyür, gelişir. Öykünün bu versiyonu beni gıdıklıyor. Bence kayıt teknikleri ve ses örgüsü üretimindeki gelişmeler daha önemli. Yanlış anlaşılma riskine atılarak söylüyorum, Path é-Morconi, Storyville’deki genelevlerin kapanması olayından daha önemli bir role sahiptir.
Jazz’ın ilk biçimlerinden biri olan ragtime, yüzyılın başındaki hareketli ortamda gelişti ve dünyayı fethetti. Storyville’deki genelevlerin kapanmasının jazz için önemli olduğunu itiraf ediyorum, ama günümüz jazz’ının taşıtları kayıt ve daha sonra da radyodur.
1917′de elimize ulaşan ilk kayıtları bir jazz tarihçisi bakış açısıyla inceleyebiliriz. Her jazz dinleyicisi, İsviçreli orkestra şefi Ernest Ansermet’in bugün hakkında konuştuğumuz şeyi 1919′da keşfettiğini ve ondan ilham alarak Revue Romand ‘daki ünlü makalesini kaleme aldığını bilir. Herkes Sidney Bechet’in Southern Syncopated Orchestra’da çaldığını da bilir. Eğer bilmeyen varsa, artık öğrenmiştir.
Aslında şimdi tarihi süreçlere bölmem gerekiyor. 1920′den 35′e, 1935′den 1940′a vb. Ama bu çok aptalca. Ben dürüst biriyim. Bölerek anlatmakta bir mantık bulamıyorum. Belli plakları belleğimizde saptayıp yargılamak ve çözümlemek olanaksız. Onları 1935′de dinleyen bir 1953 Vian’ıyım. Onları kendi zamanlarında nesnel bir biçimde nasıl değerlendirebilirim ki? Çağdaşlarımın Balzac üzerinde bir kitap yazmaya nasıl cesaret edebildiklerini soruyorum kendime. Yanıtını yine ben veriyorum: edebiyat piyasası oyunları böyle oynanır, çünkü. Görüyorsunuz ne kadar aydın bir jazz eleştirmeniyim.
Kendimi aşmaya uğraşıyorum. Şu gözlemimi açıklamadan daha önemli bir şey gelmiyor aklıma. Bir jazz hayranını (sevgili akıllı jazz hasta) zorlarsanız, ağzından şu adları alabilirsiniz: Armstrong, Fletcher, Duke, Fats, Parker vb. Tamam, bu adamları kafamıza göre bazı noktalardan ele alıp tarz kutularına yerleştirir, kendimizi haklı çıkarabiliriz. Ama bunun yararı nedir? Her şeyi mumyalamak hastalığı hangi amaca hizmet eder?
Bugünün Fransız yazarları, yirmi yaşlarına geldiklerinde anılarından başka bastırıp yayımlatacak malzeme bulamıyorlar. Otuzlarına geldiklerinde ise (eğer ünlü olurlarsa) anılarının ikinci cildini yazıyorlar. Buna “yazarın arkasında gizlenen insanı keşfetmek” deniyor. Ama o insan hiçbir zaman kayıp değil ki. Hep orada. Yazdıkları kayıp yaşam öykümüzü cafcaflı ve çağdaş bir tarzda yazıp, sunalım. Bu Amerikalıların “Ömrümüzün geri kalan kısmının ilk günü” zırvasından başka nedir, şimdi?
Fransa’da tarihe çok fazla yaslarız sırtımızı. Bu mutsuz olduğumuz anlamına mı geliyor? Mutlu insanlar geçmişe pek kafalarını takmazlar. Jazz’ın geçmişiyle de pek uğraşılmamalı. Jazz üzgün değil. Capcanlı, yaşam dolu bir müzik. Yalnızca elli yaşında. Elli! Bir düşünün! Onlar şimdiden jazz’ı gömmeye çalışıyorlar.
Heuvelmans’lar popolarımıza derece yerleştirmeye çalışıyorlar. Gülsek ve kendi yaşamlarımıza koşsak daha iyi ederiz. Gidip, saklanmanın sırası, zamanı değil.
Okuyucum, dostum, okuyucum, şunu söylemenin tam zamanıdır, eğer 500 tane Duke Ellington plağı satın alır ya da çalarsan, emin ol, en azından 450 önemli jazz plağı edinmiş olursun. Açıklamacıları unutun. Çünkü “nihil est in comentario quod non primum fucrit in operibus.” Bana öyle manalı bakmayın, yalnızca ne kadar kültürlü olduğumu kanıtlamaya çalışıyorum.
Haydi, şimdi diz çökelim ve beraberce müzik dinleyelim.
Yakın Dönem Filmleriyle Latin Amerika’ya Bir Bakış
Aralık 26, 2024 by Editör
Filed under Animasyon, Sanat, Sanatsal Etkinlikler, Sinema, Yakın Dönem & Günümüz Sineması
Akbank Sanat ve Cervantes Enstitüsü işbirliği ile Yakın Dönem Filmleriyle Latin Amerika…
Akbank Sanat Sinema Kuşağı, İstanbul Cervantes Enstitüsü ve AECID işbirliği ile Ocak ayı boyunca her cumartesi “Yakın Dönem Filmleriyle Latin Amerika’ya Bir Bakış” başlığı ile sinemaseverleri ağırlıyor.
Program, 7 Ocak 2024, Cumartesi günü José Campanella’nın yönettiği “Gözlerindeki Sır” (El Secreto de sus ojos) filmi ile başlayacak. Ardından 14 Ocak 2024, Cumartesi günü Alvaro Brechner’in yönettiği “Balığa Çıkmak İçin Kötü Bir Gün” (Mal dia para pescar); 21 Ocak 2024, Cumartesi günü Josué Méndez’in yönettiği “Santiago’nun Günleri” (Dias de Santiago) ve son olarak 28 Ocak 2024, Cumartesi günü Fernando Trubea & Javier Mariscal’in yönettiği Chico & Rita (animasyon) ücretsiz olarak Akbank Sanat’ta izleyici ile buluşacak.
ETKİNLİK: Film Gösterimi - Akbank Sanat Sinema Kuşağı
Yer: Akbank Sanat
Saat: 17.00
Program:
07 Ocak 2024, Cumartesi
Gözlerindeki Sır (El Secreto de sus ojos)
14 Ocak 2024, Cumartesi
Balığa Çıkmak İçin Kötü Bir Gün (Mal dia para pescar)
21 Ocak 2024, Cumartesi
Santiago’nun Günleri (Dias de Santiago)
28 Ocak 2024, Cumartesi
Chico & Rita (animasyon)
Film gösterimleri ücretsizdir.
AKBANK SANAT SİNEMA KUŞAĞI
“YAKIN DÖNEM FİLMLERİYLE LATİN AMERİKA’YA BİR BAKIŞ”
GÖZLERİNDEKİ SIR (El Secreto de sus ojos)
Yönetmen: Juan José Campanella
Oyuncular: Ricardo Darin, Soledad Villamil, Pablo Rago
Arjantin, 2024 yapımı, 127’
İspanyolca orjinal, Türkçe altyazılı
Tarih: 07 Ocak 2024, Cumartesi
Saat: 17.00
Yer: Akbank Sanat
Görevinden yeni emekli olan sorgu müfettişi Benjamin (Ricardo Darin), bir türlü peşini bırakmayan ve mazisi 25 yıl önceye dayanan bir cinayet vakasının romanını yazmaya karar verir. Kısa bir süre sonra cinayetin acı dolu hatırası üzerine düşünmek, Esposito’nun güncel yaşamının detaylarını aydınlatmaya başlar ve onu, duygularına ayna tutarak saplantılı bir aşkın ördüğü ağ ile yüzleşmeye zorlar. Korkunç suçun gizemi kendini yavaş yavaş ele verirken, Benjamin adalet ve kendini arayış ekseninde ciddi bir sınavdan geçecektir. Film, 2024 yılında “En İyi Yabancı Film” Oscar’ını kazanmıştır.
BALIĞA ÇIKMAK İÇİN KÖTÜ BİR GÜN (Mal dia para pescar)
Yönetmen: Alvaro Brechner
Oyuncular: Gary Piquer, Jouko Ahola, Antonella Costa
Uruguay, 2024 yapımı, 110’
İspanyolca orjinal, Türkçe altyazılı
Tarih: 14 Ocak 2024, Cumartesi
Saat: 17.00
Yer: Akbank Sanat
Uruguaylı yazar Juan Carlos Onetti‘nin kısa hikâyesinden uyarlanan film, eski güreş Dünya şampiyonu Jacop van Oppen ile kökleri Bizans’a dayanan ailenin üyelerinden menajeri Prens Orsini’nin, rakibinin şampiyona üç dakika dayanması karşılığında 1.000 USD koyarak yaptıkları Güney Amerika turnesini anlatır. Prensin, iki üç yeşil banknot arasına bir tomar kaba kağıt koyarak ürettiği göstermelik 1.000 USD, uğradıkları son kasabada, zekâsı durgun kasları gelişkin sevgilisiyle evlenmek için paraya ihtiyacı olan genç kadının iştahını kabartır. Orsini, yerel gazeteyi de işin içine soktuğu dâhice halkla ilişkiler ve küçük ayak oyunlarıyla son dakikaya kadar güreşi ya da rakibi iptal etmeye çalışırsa da, Jacop güreşmekten başka bir şey bilmez, vazgeçmez.
SANTIAGO’NUN GÜNLERİ (Dias de Santiago)
Yönetmen: Josué Méndez
Oyuncular: Pietro Sibille, Milagros Vidal, Marisela Puicon
Peru, 2024 yapımı, 83’
İspanyolca orjinal, Türkçe altyazılı
Tarih: 21 Ocak 2024, Cumartesi
Saat: 17.00
Yer: Akbank Sanat
Perulu yönetmen Josué Méndez’in şaşırtıcı derecede yoğun bu ilk filmi, genç bir savaş gazisinin sivil topluma alışmakta çektiği trajik zorluğu anlatıyor. Mekânı Lima’nın aşağı bölgesi olsa da, hikâye farklı yerlerde ve zamanlarda eski askerlerin başlarından geçenlerle ilgili evrensel bir gerçeği içeriyor. Sadece savaşmak için eğitim almış, 23 yaşında gergin bir adam olan Santiago, paralı askerlik görevinden sonra kendini normal hayatın içinde bulur. Karısı onu terketmek üzeredir, ailesi onu kendilerinden uzakta tutmaktadır. Kafası iyice karışıktır. Sırtında taşıdığı büyük sorunların ötesinde, eğitimine devam etmek istemektedir. Ancak banka hırsızlığı hayalleri kuran eski asker arkadaşlarına katılması için baskı görmektedir. Karısı tarafından terk edilince yeni bir ilişkiye yönelir ancak şiddet eğilimli ağabeyinin sevgilisi baştan çıkarıcı davranışlarda bulunup ağabeyini öldürmesini isteyince olaylar hızla kontrolden çıkar. Tüm iyi niyetlerine rağmen, şiddetin kısır döngüsünden kaçması imkansız gibi gözükmektedir.
CHICO & RITA (Animasyon)
Yönetmen: Fernando Trubea & Javier Mariscal
İspanya, 2024 yapımı, 94’
İspanyolca orjinal, Türkçe altyazılı
Tarih: 28 Ocak 2024, Cumartesi
Saat: 17.00
Yer: Akbank Sanat
Rita egzotik danslar yapan güzel bir şarkıcı, Chico da yetenekli ve kıskanç bir piyanisttir. Chico ile Rita’nın 1948’de Havana’da tanışmalarından günümüz New York’una sıçrayan film, arada Las Vegas ve Paris’e de uğrayan bir aşk hikâyesini anlatıyor. Üstelik “caz hakkında çekilmiş en iyi kurmaca filmlerden biri” olarak John Coltrane, Nat King Cole, Tito Puente ve piyano ilahı Bebo Valdes gibi Amerikalı ve Kübalı efsanelerden parçalar içeren film müzikleri muhteşem. Küba müziklerinin ve sokakları, barları, kulüpleri ve arabalarıyla Havana’nın keyfine varmak için eşsiz bir fırsat.
Türkiye’de BaskıResme Bakmak
Aralık 26, 2024 by Editör
Filed under Resim, Sanat, Sanatsal Etkinlikler, Sergiler
Leave a Comment
Tarih 15 Aralık 2024 – 15 Şubat 2024
Yer: Anadolu Universitesi Çağdaş Sanatlar Müzesi ve Kütüphane Sergi Salonu
Yunus Emre Kampüsü, Tepebaşı, Eskişehir
Anadolu Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Baskı Sanatları Bölümü’nün Düzenlemiş olduğu ‘Türkiye’de Baskıresme Bakmak’ sergisi, baskıresmin Türkiye’deki son 50 yıllık birikiminden bir seçkiyi izleyicilerle buluşturmaktadır. Kordinatörlüğünü Hayri Esmer’in yaptığı sergi, baskıresmin ülkemizdeki gelişim sürecini kronolojik bir bakışla ele almakta; oluşan bu birikimi birarada sunarak, onu görülebilir kılmayı ve tartışmayı hedeflemektedir.
Sergi, Leopold Levy’den günümüzün genç kuşağına dek eserleriyle ülkemizdeki baskıresim kültürünün oluşumuna katkı yapmış, kültür dünyamızın önemli sanatçılarına ait, yetkin nitelikleriyle dikkat çeken eserleri biraraya getirmektedir. Kuşaklararası diyalog kapısını aralayan sergi, bu tarihsel birikimi karşılaştırmalı olarak yeniden okuma olanağı sunmakta ve 60’lı yıllardan sonra ivme kazanan baskıresim tarihine ışık tutmaktadır. Çeşitli koleksiyonlardan da eserlerin yer aldığı sergi, Gravür, Litografi, Ağaçbaskı, Serigrafi gibi geleneksel uygulamalarla birlikte Dijital ve Deneysel Baskı gibi yeni anlatım biçimlerini de içermektedir.
Sergi, aralarında, Mustafa Aslıer, Mürşide İçmeli, Erol Akyavaş, Abidin Dino, Feruh Başağa, Sabri Berkel, Fahrelnisa Zeid, Muammer Bakır, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Orhan Peker, Adnan Çoker, Turgut Zaim, Adnan Turani, Ali Teoman Germaner, Ercüment Kalmık, Aliye Berger, Burhan Uygur, Cihat Burak, Fethi Kayaalp, Ergin İnan, Süleyman Saim Tekcan, Devrim Erbil, Güngör İblikçi, Gündüz Gölönü, Mustafa Pilevneli, Mehmet Güler, Aydın Ayan, Atilla Atar, Hayati Misman, Fevzi Karakoç, İbrahim Çiftçioğlu, Mehmet Koyunoğlu, Ayşegül İzer, Selma Gürbüz gibi sanatçıların da yer aldığı 131 sanatçıya ait eserleri biraraya getirmektedir.
Sergi, 15 Aralık 2024 ile 15 Şubat 2024 Tarihleri arasında Anadolu Üniversitesi, Çağdaş Sanatlar Müzesi ve Kütüphane Sergi Salonunda görülebilecek.
Aldous Huxley - Ötesi Sessizlik
Aralık 23, 2024 by Editör
Filed under Büyük Besteciler, Klasik Müzik, Müzik, Metinler, Sanat
Salt duyuştan güzelliğin sezinlenişine, sevinç ile acıdan sevgiye, gizemci coşkunluğa, ölüme değin –temel olan, insanoğlunun ruhunu derinden etkileyen her şey yalnızca denenebilir, anlatılamaz. Ötesi her zaman sessizliktir.
Anlatılamayanı anlatmada sessizliğin ardından en yakın gelen müziktir –unutmamak gerekir ki, sessizlik tüm iyi müziğin ayrılmaz bir bölümüdür. Beethoven’ın müziği ya da Mozart’ın müziğiyle karşılaştırıldığında Wagner’in şiddetle akan müziği çok zayıf kalır. Wagner müziğinin ötekilerden daha az önem kazanmasının nedeni de belki budur; sürekli konuştuğundan, daha az şey söylenmektedir.
Değişik bir biçimde, bir başka varolma düzeyinde müzik insanoğlunun en önemli, en anlatılamayan deneylerinin kimine eş düşer. Gizli, belirsiz bir benzetmeyle müzik, dinleyicisinin kafasında kimi kez bu deneylerinin bir görüngüsünü, kimi kez ise tüm yaşam güçleriyle bu deneylerin kendilerini canlandırır. Bu bir yoğunluk, güçlülük sorunudur: görüntü donuktur, gerçek ise yakın ve parlaktır. Müzik ikisinden birini canlandırıp, uyandırabilir. Bu da saptayıcı olanaklara ya da tutuma bağlıdır. Yüreğin durup durup aralıklı çalışması bilinen bir yasaya dayanmaz. Müziğin bir başka tuhaflığı –tüm öteki sanatlarla bir ölçüde paylaştığı- yektin tümler, biçiminde deneylerini canlandırmasıdır; bir başka deyişle, anımsanan özgün deneyler nice yarım, belirsizlik içinde nice karmaşık olursa olsun, her dinleyicinin alabileceği yetenek ölçüsünde yetkin ve tümdür verilen. “Her zaman duyduğumuzu, ancak hiçbir zaman açıklayamadığımızı açık seçik ortaya koyduğu” için sanatçıya, özellikle müzisyene, içten borçlu duyarız kendimizi. Anlatıcı müziği dinlerken sanatçının özgün deneyine ulaşamayız kuşkusuz -bizim ötemizdedir bu çünkü, üzüm devedikeninde büyümez- ancak yeteneğimiz ölçüsünde en iyi deneye, müziği dinlemeden öncekinden daha iyi, daha tüm bir deneye ulaşırız.
Müziğin anlatılamayanı anlatmadaki gücü, salt söze dayanan sanatçıların en ünlülerince de onanmıştır. “Othello”yu, “Kış Masalı”nı yazan kişi anlatacaklarını sözle söyleyebilmiştir. Ancak, -burada Wilson Knigh’ın da ilginç deneyinden yararlanarak söyleyebilirim- gizemci nitelikte bir duygu ya da sezinin iletilmesi gerektiğinde Shakespeare anlamayı kolaylaştırmak için sürekli müzikten yardım istemiştir. Kendi küçücük tiyatro yapımı deneyime dayanarak, müzik iyi seçildiğinde, ona boşuna başvurulmadığını inançla söyleyebilirim.
Benim romanımın –Ses Sese Karşı- oyunlaştırılmasının son bölümünde Beethoven’ın ağır ağır giden A minor Quartet’inden seçmeler oyunu bütünler. Ne oyun ne de müzik benimdir; bundan ötürü oyunda müziğin yarattığı etkinin, benim görüşümce, şaşılacak ölçüde güzel olduğunu söyleme bağımsızlığı içindeyim.
“Yeterince yerimiz, zamanımız olsaydı…” Bunlar bir tiyatronun bize veremeyecekleridir kesinlikle. Romanda “seslerin” keskinliğini hafifleten, ya da hiç değil hafifletmek üzere konmuş, hemen tüm üstü kapalı ya da açıkça belirtilmiş “karşıtların” kısaltılmış bir oyundan çıkartılması gerekliydi. Oyun tümüyle şaşırtıcı bir katılık, zorbalık içindeydi. Bu hemen hiç hafifletilmemiş sertlikler dünyasına birden bire giren Beethoven’in “Heilige Dankgesang”ı oyunu olağanüstü bir görünüme sokmuştu. Korkunç ancak yine de güven verici, tüm anlayışı aşan bir barış içinde saklı, kutsal bir güzellikle bir tanrı gerçekten görünerek inmişti sanki.
Benim romanım “The Book of Job” -İncil’in bir bölümü- olabilirdi, uyarlayıcı Campbell Dixon da “Macbeth”in yazarı; ancak biz yazarlar, yeteneklerimiz nice olursa olsun, nice uğraşırsak uğraşalım, duyarlı bir dinleyici iki üç dakikalık bir keman çalışının aydınlattığı türde bir anlatım olanağına hiçbir söz ya da oyunlaştırmayla ulaşamayız.
Anlatılamayanın anlatılmaması gerektiğinde, Shakespeare kalemini bırakıp müziğe dönmüştür. Ya müzik de başarısız kalırsa? Evet, işte o zaman sessizlik vardır hep sığınacak. Çünkü her zaman, her yerde sessizliktir arda kalan, sessizliktir her şeyin ötesi.
Aldous Huxley
Ötesi Sessizlik